Bugün, 26 Nisan 2024 Cuma

B.Rahmi ÖZEN


AH BARIŞA HASRET TOPRAKLAR*

AH BARIŞA HASRET TOPRAKLAR*


Nicedir, hasret kaldı bu topraklar, kardeşliğe.
Hasret kaldı barışa…

Yüzler göklere, avuçlar Mevla`ya açılır, bu topraklarda. Nicedir acı feryatlar, dağları taşları inletir, bu topraklarda.
Bir yanda münkir eşkıya, bir yanda kan, bir yanda kin, bir yanda kuraklık, kıtlık, açlık var bu topraklarda.

Diller, lâl u ebkemdir. Titrek yüreklerde çöreklenen acılar, ağıtlara dönüşür, hançerede ateşin közü olur, bu acılı topraklarda. Yaprağın devinimi biter, toprağın bereketi yiter. Taşlar, kuraklıktan lime limedir.
Gök katmanlarına yürek yürek intizar yükselir bu topraklardan; beklenen gelmez.

Ateşe verilen odun gibi; bu toprakların şavkı yüzlere yapışır. Daldaki yaprak, renginin özlemiyle sapsarı kesilir, bu topraklarda.
Çayırlar, bayırlar, susuzluktan kendini unutur, üstündeki zulmü gördükçe.

Arılar, boy veren çiçeklerin kokusuna hasret kalır, kan kokusu sinince bu topraklara.
Karıncalar, sinekler, kurbağalar, böcekler; medet bekler, akan kanın durması için. Gebeli koyunlar, keçiler, inekler; yavrularını düşürür, kan kokusundan. Toprakta boy veren tüm güzellikler; kav gibi kurur, güzellikler gidince.

Her namazın ardından avuç açan diller, hıçkırıkla:
“Acı ve sula, mahlûkatını!” diye nida eder, analar.

Duaların şavkı, gökleri deler. Her yerde aranan sevgidir. “Gel!” derler. “Ne olur, gel!” derler.
Ağlayan analardır, babalardır, yetim kalan bebelerdir, ağlayan insandır. İnleyen ocağına köz düşmüşlerdir. Sevgi diye çırpınan derelerdir, ırmaklardır. Mahlûkat, koro olup:

“Ne olur, gel!” derler, barış için.
Sevgisizlikten ağlayan suyu bekler gibi bekleyen kuşlardır, karıncalardır, böceklerdir, dili dışarıda tıslayan yılanlardır, kediler, köpeklerdir. Avuç açıp yalvaran insandır.

“Duy, çığlığımızı ey her şeyi her an, her yerde duyan iz!” derler. Ve hiç durmadan öz kardeşlerin barışını beklerler.
Güneşin kavuran bedeni toprağın yüreğinde; çiçeklerin üzerinde titreşen çiğleri siler, lakin barış gelmez. Toprağın bereketli yüzü, yılan dili gibi talazlanır, lakin sevgi gelmez, kan kokusu gitmez bu topraklardan. Ateş, varlığın yüzünde fırın taşı gibidir, barış ve sevgi gelmeyince. Sıcaklığa
dayanamaz kuşlar; seslerine ses, sözlerine söz katıp cıvıltılarıyla kaybolup giderler, bu topraklardan. Böcekler, hıçkıra hıçkıra kaçışa yeltenirler. Yeraltında yaşayanlar, yerüstünde koşuşanlar, dallarda yuvalanıp ötüşenler, hep bir olup çığlık çığlığa seslenir:

“Hatasızların yüzü hürmetine; gel ey barış, gel ey kaybolup giden sevgi!” diye nida ederler. “Hata etmişlerse, insanların tümü birden insanlığını kaybetmedi ey yerlerin ve göklerin sahibi!” diye dert solurlar, Yüceler yücesine.
“Derelerde, tepelerde, kuytularda, koyaklarda boy verip çiçek açan devetabanın, kekiğin, yavşanın, çoban yastığının zikriyle çağuruban Mevla`m seni. Ve kuşlarla… Dağın, ovanın, bozkırın, bütün dünyanın kuşlarıyla…”

Aradığı, gelmeyince bülbül olup ötmek istiyor, kadın. Yeşilbaşlı sunalarla, altın renkli angutlarla, allı telli turnalarla sesleniyor, Yüceler Yücesi`nin katına…
Ne yapılırsa yapılsın gelmiyor kuru toprağına beklenen su. Dualar, göklerde asılı kalıyor.

Ve kadın, ruhunu alıp uçuruyor, bir kınalı keklik sürüsüne koşulup dağlardan ovalara doğru süzülüyor. Nemli gözleri, buğular içinde pırıl pırıl ateş parçası. Kolları, kanatları, yüreği gibi yorgun... Ruhu çok ulu yollarda ve aklı toprağına düşürülmüş çocuğunda. Birbirine karışıyor, yabanıl sesler.

Kararıyor güneşle birlikte, içindeki ışığı. Ses vermiyor, sır olup gidenlerin hiç biri. Ve yürekteki ateş, alevlendikçe alevleniyor bu yüzden.