Bugün, 28 Mart 2024 Perşembe

Yılmaz İMANLIK


KELEBEK GÜNCESİ

KELEBEK GÜNCESİ


    Küçük kelebek, bir sabah gözlerini açtığında bir de ne görsün! Bahar, bütün renklerini bohçasına alarak kapısına kadar gelmiş, yeryüzüne tebessümler saçıyordu. Çiçeklerin kokusu küçük kelebeği âdeta kendinden geçirdi. Gökyüzü masmaviydi. Tomurcuklar uzun süren bir rüyadan uyanmışçasına meraklı gözlerle etrafa bakıyordu. Açan her gül, güneşin billur ışıklarından birine vuruluyordu.
    Küçük kelebek artık yerinde duramıyordu. Bir an önce gökyüzünün hür maviliklerinde süzülmeli ve bütün çiçekleri teker teker öpmeliydi. Bahar gelmişti işte, daha ne duruyordu?
    Tam yerinden çıkacağı sırada yaşlı bir serçe,
    “Sakın gitme!” dedi.
    Sinirli sinirli ona baktı küçük kelebek.
    “Sen hayattan zevk almıyorsan ben ne yapabilirim?” dedi.
    Yaşlı serçenin renkleri solgun, kanatları cılızdı. Gözleri de eskisi kadar keskin görmüyordu. Küçük kelebeğe acıyan gözlerle baktı. Onda kendi gençliğini görüyordu. Keşke o günlere bir daha dönebilseydi, her şeyi nasıl da doyasıya yaşardı!
    “Evlat, baharın büyüsü aldatıcıdır, acele etme, doğru zamanı bekle!”  dedi.
    Küçük kelebek iyice asileşmişti.
    “Hadi oradan bunak!” dedi.
    “Ya ben gökyüzünü görmeden güneş küsüp giderse…”
    Kanatlarını heyecanla çırpmaya başladı. Kendini gökyüzünün engin maviliklerine bıraktı. “Heyyyyt… Uçuyorum işte, uçuyorum!” diye naralar atmaya başladı. Yeni açan taze bir kır çiçeğine kondu. “Selam dostum, ne haber?” dedi. Kır çiçeği ona sinirli sinirli baktı.       “Çabuk in tepemden, sizden rahat yok mu bana!” diye çıkıştı. Kıpkırmızı bir gül gördü. Bir ozan sazın tellerine nasıl dokunursa öyle kondu nazenin yapraklarına. Tam gülle muhabbete başlayacaktı ki, yukarılardan sert bir ses duydu. Bir bülbül sinirli sinirli bakıyordu,
     “Hey ufaklık, toz ol bakalım sevgilimin yanından!” dedi.

          “Allah Allah!” dedi “Neler oluyor bunlara?” Bataklıkta açan beyaz zambakları gördü. Bir tanesinin yaprağına tam konacağı anda genzinde bir yanma hissetti. Gözleri karıncalanmaya başladı. Sinekleri öldürmek için sıkılan gaz onu da sersemletmişti.
    “Anlaşılan burada da baharın tadını çıkaramayacağız.” dedi.
    “Yukarılara çıkmalıyım, yükseklere, daha yükseklere…” dedi
    Yavaş yavaş yükselmeye başladı…
    Uçtu, uçtu, uçtu…
    Farkına varmadan ovaları, bayırları aştı. Belli bir zaman sonra inceden bir soğuk, kanatlarını titretmeye başladı. Artık yorulmuştu. Kanatları da eskisi kadar açılıp kapanmıyordu. Gökyüzünün gittikçe grileştiğini, akan derenin bulanıklaştığını fark etti. Başının üstünden geçen yırtıcı kuşların rüzgârı, yedi kat yabancıya bakar gibi bakmaları onu ürkütmeye başlamıştı.
    Küçük kelebek artık daha ileriye gitmekten vazgeçmişti.
    “Önce yeteri kadar dinlenmeli sonra geri dönmeliyim.” dedi.  
    Dinlenmek için bir yaban gülünün yaprağına kondu. Birden çevresini vızıltılar sarmaya başladı. Neler oluyor diye bakınırken birden dengesini kaybetti. Bir kanadı yaban gülünün dikenine takılmıştı. Kurtulmak için çabalamaya başladı. Uzun uğraşlar sonucunda kanadını kurtarmayı başarmıştı. Ama uçamıyordu. Olmuyordu işte… Birden kanadının yırtıldığını fark etti. Bu yarayla o kadar yolu nasıl uçacaktı? Bütün gücünü toplayarak yeniden uçmayı denedi. Ağır aksak ilerlemeye başladı. Ama hepsi bu kadardı; eyvah düşüyordu!
    Kanatları buz gibi bir suya değince acısı ikiye katlandı. Yaralı kanadı suya yapıştıkça yapıştı. Ağırlaştıkça ağırlaştı. Artık uçması imkânsızdı…
    Yüzünü görmek için can attığı güneşin ışınları sanki bir ok gibi gözlerine saplanıyordu. Kendini kenara bir atabilseydi, çok şeyi değiştirecekti. Serçenin söylediklerini hatırladı. Ona,
    “Acele etme.” demişti  “Acele etme, baharın büyüsüne erken kapılanların ömrü kısa olur.”
    Gözlerinden akan ılık damlalar, buz gibi suyun kalbine bir türlü işlemiyordu.
    Sonunda akıntı, minik kelebeği uçmaya başladığı yere geri getirmişti. Ama bu sefer kanatları yoktu; bir daha hiç uçamayacaktı…