Bugün, 19 Nisan 2024 Cuma

B.Rahmi ÖZEN


AH DUT AĞACI VAH DUT AĞACI

AH DUT AĞACI VAH DUT AĞACI


Öylesine ince, öylesine dertli…

Öylesine bir figan; bir yangın, bir sagu… İğne iğne kanayan bir yüreğin şerha şerha delinmiş bir kamışta yanmışlığının sese dönen nefesinde tanımsız bir feryat... 

Gönül deryamız Mevlâna demiş ya:

‘Dinle ney’den bir hikayet etmede

Ayrılıklardan şikâyet etmede…’

Aynen öyle bir hikâye, öyle bir inleyiş…

Öyle bir yanış gönül ateşinde, öyle bir hicran…

Ney üfleyicisinin eski bir pehlivanı andıran bedenine kondurulmuş şehla gözler, Yusuf’u görür görmez ışıyıveriyor. Ayağa kalkıp tevazu deminde sağ elini göğsüne bastırarak Yusuf’la arasında köprü kuran selamı alıyor.

Yolcusunu bekler gibi hüzünle Yusuf’a bakıyor. Yürekten gelen yalım gibi sesiyle:

‘Buyur, ağam!’ diyor

‘Buyurduk!’ diyor, Yusuf.  ‘Geldik ve buyurduk…’

‘Garip bakışlarından anladığıma göre sen de benim gibi yabancıya benziyorsun.’

‘Öyle mi, görünüyorum.’

‘Öyle… Kırbamda suyum var; bir yudum suyumu içer misin? Susamışa benziyorsun!’

‘Maşallah! Susamışların halinden anlıyorsun!’

‘Kendi susuzluğumu anımsattın, bana!’

‘Çok mu susamıştın?’

‘Hem de nasıl…’

‘Giderdin mi?’

‘Yeşilırmak, Terme çayı ve dahi şol Karadeniz boğazımdan aksa dindiremez susuzluğumu.’

‘Sen, göğüs tahtanın içindeki yumruk kadar yüreğini Kerbela çölüne döndürmüş canlar gibi demlenmişsin, bre yiğit!’

‘Kerbela, benim yüreğimin içinde, be can!’