Bugün, 28 Mart 2024 Perşembe

Zeki ORDU


AKASYA ÇİÇEKLERİ VE AK BULUTLU ASUMAN

AKASYA ÇİÇEKLERİ VE AK BULUTLU ASUMAN


Her Karadenizli için; deniz, ırmak, göl ve gökyüzü farklı bir anlam taşır. Bu dörtlü her yerde yan yana gelmez. Su; bir ihtiyaçtan öte her Karadenizlinin dert ortağıdır aynı zamanda.

Karadenizli sadece insanlarla değil, etrafıyla da dertleşir aynı zamanda. Sözleri Süleyman Nazif’e ait, Şerif İçli’nin hicaz makamında bestelediği “Derdimi ummana döktüm, asumana inledim” diye başlayan içli bir şarkıda da olduğu gibi, kimseye söylemediğimiz dertlerimizi ya denize, ya da gökyüzüne anlatırız. Dert ortağımız olurlar bizim.

Günlerden bir gün yolumuz Samsun’a düşmüştü. Hastanede işimiz vardı. İşimiz dedikse sağlık ile ilgili bir seyahat olmuştu. Hastane şartlarını çok kişi bilir. Önce muayene, sonra tahlil ve bir takım tetkikler. Daha sonra sonuçları öğrenmek için süresi hasta yakınlarına yıl gibi gelen bir bekleme süresi…

Sürenin ne olduğunu dert ehline sormak lazım. Çünkü gam sahibi yani dert sahibine göre sürenin normal insanlara göre aynı olmadığı aşikâr. Şairin; “Müptela-i gama sor kim geceler kaç saat” demesi boşuna değil. Yani “günümüzce” “Gecelerin uzunluğunu dert sahibine sormak” lazım diyor.

Buraları geçelim…

Ben de bekleme süresini dertleşmek için hastane yakınlarında bulunan bir ırmağın yanındaki oturakları tercih ettim. Sağımda “Mert Irmağı” ileride varlığını bildiği deniz, üst tarafımda mis gibi kokular yayan akasya ağaçları arasında masmavi gökyüzünde el sallayan ak bulutlar…

Burnunuz akasya ağaçlarından yayılan rayiha ile mest olurken; yanınızda sesini kulağınızdan çok gönlünüzden duyduğunuz ırmak. Solunuzda yürüyüşe çıkmış insanlar adımlarını kararlı bir şekilde atıyor. Gökyüzü ile deniz mavilik yarışına girerken; dalgalar ile ak bulutlar ben daha göz alıcıyım yarışına giriyorlar.

Hastanenin karamsar havasından uzaklaşıyorsunuz bir an. Derdiniz varsa dereye ve denize dökebilirsiniz. Veya onun duyabileceği şekilde asumana inleyebilirsiniz. Merak etmeyiniz hepsi de sırrınızı koruyacaktır. Çünkü fıtratları gereği “boşboğaz” değiller.

Böyle bir mekânda gözler etrafı süzerken gelen bir telefonla hayal âleminden gerçek dünyaya uyanıyorsunuz. Hal hatır sorulduktan sonra laf lafı açıp koyu bir sohbete başlıyorsunuz. Bulunduğunuz atmosfer de buna uygun zaten.

Ben sonradan tanıştığım bir dostumla muhtevası şiir ağırlıklı olan bir sohbete başlıyoruz. Irmak denize ulaşıyor, bulutlar yer değiştiriyor, akasya kokuları burundan önce vücuda sonra ruha tesir ediyor, sohbet esnasındaki mısralar sizi hayal âleminde seyahat ettiriyor ve zaman geçiyor. Aslında istemsen de bitiyor.

Gam sahibine göre gece ne kadar uzunsa, dost konuşmalarında da süre o kadar kısa geliyor insana. Zaten süreyi en doğru ölçen saatler olup, o da mesainin başlama ve bitiş saatini bildirmekten başka işe yaramıyor.

Her şey gibi sohbetin de sonu geliyor. Dil ucuna gelmiş mısralar bir sonraki sohbete bırakılıyor. Güzel temennilerle iki tarafın sesi kesiliyor. Siz yine “Derdinizi ummana döküp, asumana” inliyorsunuz. Irmak nazlı nazlı akıyor, asuman da ak bulutlar yer değiştiriyor, deniz kendine koşarcasına gelen ırmağı bağrına basıyor, siz ağır adımlarla hastanenin yolunu tutuyorsunuz. Dostunuzla konuştuğunuz ve çok kısa gibi gelen süre hastane koridorlarında uzadıkça uzuyor.

Daha sonra tabibin tavsiyeleri, eczacının tarifleri, yarınlardan beklenen umut, dostla yapılan ve kısa gibi gelen zaman, tedavi süresi için verilmiş ve geçmek bilmeyen vakitler…

Irmak, deniz, gökyüzü, bulutlar…

Hayal, cümle, bekleyiş, umutlar…

Hemen geçen zaman…

Geçmek bilmeyen zaman…

Sahi siz zamanın neresindesiniz?

Her şeye rağmen karanlık ufku bastığında; ne ırmağın akışını, ne denizin dalgalarını, ne masmavi asumanı, ne yer değiştiren ak bulutları, ne yaprağın ve çiçeğin rengini görebiliyorsunuz.

Geriye ruhunuzla hissettiğiniz akasya çiçeklerinin kokusu geliyor. Tıpkı gönül kokusu gibi.

Siz gönül kokusu bilir misiniz?..