Bugün, 28 Mart 2024 Perşembe

B.Rahmi ÖZEN


AKREBİN KISKACINDA TUTSAK ARZULAR

AKREBİN KISKACINDA TUTSAK ARZULAR


Ardında, altı yaşlarında küçük bir çocuk beliriyor, kadının. Ve yetişmek için annesine sümüğünü çeke çeke koşuyor, çocuk.
Sırtında azık torbası, elinde topraktan bir su testisi var kadının. Telaşla yürüyor, sararmış ekin tarlasına doğru. Çocuk, kadına ayak uyduramıyor. Düşüp kalkıyor, ağlamaya başlıyor. Telaşından; duymuyor, başı efkârlı kadın. Annesi ıradıkça yüreğine korku düşüyor, çocuğun. İki de bir tökezleyip yere kapaklanıyor. Sürülmüş tarlanın sert tezeği elini ve dizini kanatıyor, çocuğun. Ve çareyi ağlamakta buluyor.

Kadın, ardına dönüp:
“Olsun!” diyor. “Elin kanamış, dizin kanamış; benim gibi yüreğin kanamış değil ya, oğul!” diyor.
Çocuğun parmağındaki kana değiyor, kadının dualı dudakları. Tekrar ediyor, sözünü:
“Olsun… Geçer! Yüreğin kanamasın yeter… Yürek yarası geçmez, sadece.”

Tanımsız bir öfkeyle yürüyor, kadın. Toprağının motifleriyle bezenmiş entarisi, dal fidan boyuyla uyum kesmiş dert yüklü ova cerenleri gibidir. Yorgunluğunu sırtlayan umutsuzluğun iç çekişinde geç kalmış gibi hiç durmadan yürüyor. Münkirin atlıları var sanki ardında. Dünyanın bütün ağır yükleri, sırtına yüklenmiş gibi kadının. Çocuğunun umutlarını uçurmak için çırpınıyor. Her düş gördüğünde gözlerindeki alev, yeniden fırınlanıyor. Çocuk bîçare; düşe kalka koşuyor, ardı sıra. Minicik adımlarıyla yetişemiyor, anasına. Anasının ardından ağlayarak bağırıyor son çare:
“Ana, beni bırakma!”

Kadın, soylu bir atın yavrusuna duyduğu şefkatle geri dönüyor.
Çocukların tümü birden kanat çırpan kuşlar gibi sesleniyor, analarına:

“Ana, beni bırakma!”
Münkirin sillesinden; çocukların öz topraklarına al kanları damlatılıyor. Ağlayışları hıçkırık oluyor. Anlaşılmıyor, istekleri. Toprağın bereketine rağmen aç, arık, yalınayaktır, hepsi. Korumasına ve şefkatine muhtaçlar, bir babanın.
Ve anaları, karanlık topraklarda her gün yeni bir düşünü görüyor, çocuklarının.

Tam tarlasına girdiğinde yüreğindeki mengene bir an etleşip demirleşiyor kadının. Sinirleri geriliyor, birden. Gırtlağı kesilmiş bir koyunun hırıldayışında haykırıyor, metalik sesli münkirin karşısında:
“Münkir! Ah, bilenmiş dişli münkir! Canavar münkir! Çekil önümden!” Diyor.

Kadının haykırışı, gök katmanlarında yankılanıyor. Ve yüz bin uğultuyla anında yere düşüyor.
“Hey ulu Rabbim, duydun!” diyor. “Canavarlıktır, bu münkirin yaptıkları!”

Yürek parçalayıcı canhıraş feryatlardır, genizleri yakan ve hançerede yumruk olan.
Gönül tüllenmesi sökülür; ciğerler, bedenden koparılır, bu figanlarla.

Kadına saygısından otlar bile nefesini tutar. Her varlık, susar. Ve nice güçsüz kadının çaresiz yardım dilenişleri yürek paralayan ağıta dönüşür. Yalvarma gücü tükenir ve yığılıverir, münkirin ayaklarına. Uçuk dudağında mercan mercan kan, soluk şakağında inci inci ter vardı. Binlerce akrebin kıskacında tutsaktı, arzuları…

Vicdanı sağırdır münkir, taşlaşmanın resmidir, tıpatıp…
Kadının çığlığından renkler ve kokular ölür birden. Tabiat, kahrolur, ah u zarından, feryadından. Son nefesi, kendi yalnızlığının kefenine sarılır, yüreği göz pınarlarına yüklenir; nehir gibi… İnsan olamamanın utanışında yoğrulmuş boşluğun duvarları, bir bir münkirin yüzüne püskürür o dem.

Münkirin kirli ayaklarıyla ezdiği toprağına sabahın mis gibi maviliğinde kan renkli güneşin ışınları vururken; gözler, görünenin ötesini, ta ötesini arar. Gözü yaşlı, bağrı taşlı binlerce kadın, güvercin bakışlarıyla üzgünlüğünün yalnızlığında erir; yeni bir sıtma yakalanır.
Zulmün kol gezdiği topraklarda dilim dilim bölen dayanılmaz bir kuraklık, başlar. Şıp diye sular kesilir. Sürüp giden acı kuraklık; gölleri çöle çevirir. Yağlı bir yılan gibi başını alıp denizlerde kaybolan ırmaklar, kuraklığın gücüne yenik düşer.