Bugün, 27 Nisan 2024 Cumartesi

Yılmaz İMANLIK


BİR ŞEHİDİN YOLCULUĞU

BİR ŞEHİDİN YOLCULUĞU


 İşte o kahpe kurşunla başlar benim yolculuğum…
Başımda şehit nöbeti tutan devremin yüreği kanar önce sabaha kadar. Silah arkadaşlarım benim için törene başladıklarında al bayrağa sarılı tabutun içinden onları seyrederim. İlk başta bu töreni kimin için yaptıklarının farkına varmakta zorlanırım. Çünkü saatler öncesine kadar ben de onlarla beraberdim. Silah elimde onlarla birlikte kurşun yağdırıyordum düşmanın üzerine. Şimdi de onların arasında olmalıydım ama yoktum işte, yoktum. Anladım ki şehit olan bendim. Hepsi yaşlı gözlerle bakıyordu bana. Tabutumu ellerine alırken bir an bile beni incitmemek için o kadar dikkat ediyorlardı ki.
Şimdi silah arkadaşlarımın omuzlarından inip bir uçağa koyuyorlar beni.  O küçük uçakla yükseldikçe daha da yükseklere çıkıyorum.
Öte yandan yaşlı anne babam geldi aklıma. Sonra nişanlım, baharım, evlilik hayallerimiz…
“Kara gözlüm efkârlanma gül gayrı
İbibikler öter ötmez ordayım
Mektubunda diyorsun ki gel gayri
Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım.” diye yazmıştım son mektubumda. Teknolojinin kolaylığına inat ben yanık kenarlı, içine kır çiçekleri koyduğum mektuplar gönderirdim ona. Çünkü o mektuplarda benim kokum vardı. Hasretin kokusu vardı…
İbibikler ötmüş müydü sahi? Ötmüş de ben mi duymamıştım?
vvv
Karakol komutanı ambulansı yanına olarak bizim mahalleye girince mahallede birçok asker olmasına rağmen ilk sızı anneciğimin yüreğine düşecek biliyorum. O arabayı görür görmez acaba hangi eve gidecek diye düşünmeden evimizin gıcırdayan kapısını açacak istemeye istemeye, elleri titreye titreye. Komutan daha bir şey söylemeden yangın saracak içini. Nafile çabalayacak sağlıkçılar. Hangi sakinleştirici iğne söndürebilir ki bu yangını?
Ah o komutan! Bu kara haberi verinceye kadar içinde ne dağlar devrilecek? O dağların altında kalmadan o haberi vermek ne zordur kim bilir? Yaşamayan bilemez ki…
Ve babam… O dağ gibi adam, içinde ne kadar fırtına koparsa kopsun, ciğeri kaç parçaya bölünürse bölünsün düşmanı güldürmemek için dimdik duracak bütün şehit babaları gibi.
Uçak havaalanından yavaşça indiğinde beni ne çok kalabalığın beklediğini göreceğim: arkadaşlarım, dostlarım, sevdiklerim hatta sevmediklerim… Hatta hayattayken yüzüme bakmayanlar bile nasıl bağrına basıyor beni. Tebessümle onları seyrettiğimi bilmiyorlar. Hepsini görüyorum işte: annem-babam, kardeşlerim, silgi ve kalemi paylaştığım sınıf arkadaşlarım, iki kadın askerin kollarında ağlamaktan göz pınarları kurumuş nişanlım… Ona sadece bakıyorum, hiçbir şey diyemiyorum. Diyemem ki…
Ben daha gelmeden yığma tuğladan yapılma evimiz bayraklarla süslenmiş. Bayraklar üzgün, bayraklar mahcup… Yer yer çatlaklar oluşmuş, boyası dökülmüş, çatısı akmış evimizi neden gizlemeye çalışırsınız? Vatan uğruna şehit olmak için lüks villalarda oturmaya gerek yok ki. Varsın herkes görsün, bilsin benim de evimi, nerede yaşadığımı.
Şehrin en büyük meydanında yine silah arkadaşlarım nazikçe masaya koyuyor tabutumu. Annem, babam, nişanlım bir an da olsa tabutumun başından ayrılmıyorlar.  Annemin nasırlı elleri hiç ayrılmıyor tabutumdan. Çerçevelenmiş fotoğrafımı ıslatıyor gözyaşları. Ömür boyu saçlarımı okşayan o nasırlı ellerini uzatsa da öpüversem. Ama olmuyor işte…
Ve o büyük buluşmaya doğru yavaş yavaş gidiyorum. Törenler bitiyor. Birazdan herkes gidecek: askerler, komutanlar, eş-dost. Kim varsa… Hatta en sonunda annem ve babam da yalnız bırakacak beni. Keşke gitmeseler. Azıcık daha kalın desem kalırlar mı ki? Gölgeler bile terk edecek beni…
Sonra yalnızlık ve karanlık yoldaş olacak bana. Tam karanlığın koynunda yalnız kaldığımı düşünürken yanı başımda bir ışık “Gel.” diyecek bana. “Yanıma gel.” 
O nura doğru tebessümle gideceğim, Peygamber Efendimiz’in aguşuna…