Bugün, 29 Mart 2024 Cuma

Zeki ORDU


Cİ BÖCÜK

Cİ BÖCÜK


Belki de köyü şehirden ayıran en büyük özellik geceleriydi.

Şehir zamanla bir keşmekeşin, uğultunun, gürültünün yer yer bir belirsizliğin mekânı olurdu. Her ne kadar gündüzleri işlerine giden memurların kendine has kıyafetlerinden, muhtelif okullara giden öğrencilerden, sokaklarda kâh tezgâh üzerinde, kâh ellerinde satış yapmaya çalışan seyyar satıcılardan, bazen de avare dolaşan kişilerden şehri köyden ayırabilirdiniz.

Bahsi geçenler, insanlara özgü bir tutumdur. Bazen sokaklar boşalabilir ve ortalık bir anlık tenhalaşır. Bu tenhalıkta bile bir sükûnetten çok, bir ürperti vardır. Ne zaman ne olacağı belli olmayan yerdir şehir. Bir anda nara atanlara, kavga edenlere ve münakaşa edenlere rastlamak mümkündür. Asude zamanlardan, muamma zamanlara gelmenin emareleridir bunlar.

Köy de zaman içinde sakinliğini yitirmeye başladı. Ancak akşam olunca kurdun, kuşun ve birçok hayvanatın uykuya daldığı zamanlarda gece, hafızasına kavuşurdu. O eski zamanlardaki huzuru hatırlatan bir hale bürünürdü.

Hele elektriğin olmadığı zamanlardaki köy akşamları ve akabinde köy geceleri çok farklıydı.

Şehirde, sokak lambaları ve neon ışıklarıyla suni bir aydınlatma başlarken; köy, zaman içinde karanlığa bürünürdü. Ne tuhaftır ki bu karanlık hiç de ürpertici değildi. Şehirde ıssız sokakların tekin olmadığına dair rivayetler dolaşırken, köyde güneş battıktan sonra tefekkür etme saatleri başlardı.

Hele evlerin gaz lambalarıyla aydınlatıldığı dönemlerde, gaz lambasının bulunduğu odanın kapatılmış pençelerinden sarımtırak ışık huzmeleri burada bir hane var der gibiydi. Her hanenin penceresinden ışık sızardı. Pencereler, perdelerle değil, pencere kapaklarıyla örtülürdü.

Hele yaz geceleri… Çok kişi kendini evinin önünde çimenler üzerinde yapmış olduğu oturaklara bırakır, bol oksijenli temiz havayı ciğerlerine çekerdi. Belki birazdan yeni demlenmiş çaydanlık ile temiz bardaklar yalnız olanın yalnızlığına, sohbet edenlerin sohbetine yarenlik ederdi.

Şayet köy, sahile yakın bir yerde ise dalgaların sesini dinlerdiniz. Hafif esen rüzgârın yaprakları nota olarak kullanır ve içe huzur veren bir musikiye bir de cırcır böcekleri eşlik edince kendinizi bir huzur ortamının içinde bulurdunuz. Huzur kelimesi lügatlerde olduğu gibi değildi. Anlatılması ve anlaşılması zordu. Sadece içinizde hisseder ama izah edemezdiniz. Zaten izaha da lüzum yoktu.

Çok eskilerde sadece radyonun bulunduğu, okulların ve televizyonların olmadığı ve matbu eserlere ulaşılmadığı zamanlarda; eşya ve hayvanların isimlerini kendisi verirdi vatandaşlar. Dilcilerin “ağız” dedikleri bu kelimeler ya başka bir şeye benzetilir, ya da yaptığı işe göre bir ad verilirdi. Ordu’nun Perşembe ilçesinde “Cırcır böceği” olarak bilinen canlının kendisi görülmediği için sesinden dolayı “Ci böcük” denirdi. Burada “Ci” çıkarılan ses, “Böcük” ise böcek kelimesinin farklı aksanla kullanılmasıyla ortaya çıkmıştı.

Yani, yaz akşamlarının daimi misafirlerinden biri de “ci böcükler” olurdu.

Bir yanda dalgaların sesi, bir yanda ırmağın şırıltısı, bir yanda rüzgârı yapraklarla raksı, bir yanda ci böcük sesleri… Size taze çayınızı yudumlarken ya düşünmek, ya da hayal kurmak kalırdı. Hele bir de dolunay varsa… En ışıklı lambaların bile veremediği aydınlığı verirdi. Bakmayın siz dolunay da olsa gece her şeyin eşkâlinin net olarak görülmez dediklerine. Belki gün ışığı kadar ışıtmıyordur ama gönülle bakanlar, göreceklerini görürlerdi. Her şeyin dış yüzünü net olarak görmek isteyenler göze muhtaçtı.

Ah dolunay! Sen çok kimsenin göremediğini bile bize gösterirdin değil mi?

Biliyorum, bana “Bakmasını bilemek gerek” diyeceksin.

Anladım…