Bugün, 26 Nisan 2024 Cuma

B.Rahmi ÖZEN


CİHANA GÜNEŞ DOĞDU O GECE

CİHANA GÜNEŞ DOĞDU O GECE


En çok O, konuşuldu. Siyer, roman, şiir, naat, mevlit, hitabe O`nun adına yazıldı. Bu, O`nun `İki Cihanda Bir Güneş` oluşundandı. Yanlış bir şey yazılsa kalem utanır, yazı, hicabından çatlardı. Ve en zor şey, Kutlu Doğum Haftalarında İki Cihan Güneşi Efendimizin kutlu doğumunu hakkıyla yazmak, üslubuyla konuşmaktı.

Konusu Efendimiz olan çok güzel yazılar, makaleler, naatlar şiirler, öyküler, romanlar yazıldı. O`na duyulan sevgi, saygı, hürmet ve yapılacak olan hatadan da korkmak vardı. Her sözümüzde, her kelimemizde O`nun engin hoş görüsüne sığındık, Yüce Mevla`dan af diledik. Şefaatini eksik etmemesi için ayağının tozunu öpüyorum.

O çöller başka çöller, o çağlar bir başka çağlardı. Çöller ateşti, varlık ağlardı.
Doğduğu topraklar güneşin, yeryüzüne en yakın olduğu yerdi. Burada susuzluktan insanları dudağı kanar, toprağın bağrı yanardı.
Bölge; İlahî mesajlarla onurlandırılan topraklardı. Buna rağmen; batıl inançların, tabuların, kör geleneklerin görülmemiş arenasıydı. Ve insanlar doğru yolu bırakıp Ay`a, Güneş`e, yıldızlara, kayalara, ağaçlara, çakıl taşlarına, cinlere, meleklere tapardı. Dünyayı şereflendirdiği yer; bir muamma, bir sırlar coğrafyasıydı.

Böyle bir yer, böyle bir çağdı. Zalim, kan emiyor, mazlum kan ağlıyordu. Kimsesizlerin, yoksulların, yetimlerin, kölelerin bağrında zehirli hançer vardı. Çağ; yağmacının, yol kesicinin, kuvvetlinin, zalimin elindeydi. Kervan yolları tutulur, eşkıya aldığını götürürdü. Güçlüden hesap sorulamaz, insan, pazarda mal gibi satılırdı. Sel sebil gözyaşı vardır.

Karanlıklar arenasında ve yanan kum çölleri deryasında insanlar; `Dudaklarımız çatladı. Yetiş ey Yağmur, çok özlettin bizi!` diye nida ediyorlardı. Yağ Yağmur! Islat, yüreklerimizi! Gönül bahçelerimiz tarumar, çiçeklerimiz perişan. Mal gibi satılıyor, diri diri toprağa gömülüyor insan. Bıktık şeytana kölelikten! İnliyoruz ezici faizin altında.” Diyorlardı.
Bütünüyle bir kaos, alabildiğine cehaletti. Kadınlar;

Yağ, Yağmur, çok özlettin bizi!
Yağ ki söndür, yüreklerimizi!

Diye naatlar düzüyorlardı. Kimi yürekler yanık, kimi kara, kimi kirliydi. Ve gözlerde perde; gerçekler, görülmüyordu. Ne varsa yas içindeydi. Ve yine kadınlar, sesleniyordu;

Yetiş ey yağmur!
Yetiş! Özledik seni!
Yetiş ki; kızlarımız
Gömülmesin; diri diri!”

Ebrehe, Kabe`yi kirletiyordu. Nüfeyl; “Bu kuşlar nerden geldi tümen tümen?” derken Abdulmuttalib; “Kâbe`nin sahibidir, onları gönderen!” diyordu. Ebrehe şaşkınlık içinde; Kâbe`nin sahibini ararken bütün askerleri, kuşların gagalarından düşen çakıl taşlarına yenik düşüyordu. “Evet,” diyordu

Abdulmuttalib;
“Kâbe`yi böyle korur sahibi, ey Ebrehe!
Biçilmiş ekin gibi serildiniz yerlere!”

Ve o kutlu gece, bütün evren zikir çekiyordu. Perdeler incelmiş, mahlûkat yeniden şekilleniyordu. Yıldızların şarkısını duydu kulakları hassas olanlar. “İlahımız, adaletin ve yüceliğin bütün evreni kapladı.” diyordu yıldızlar.
Şaşkındı zenginler, soylular, tüccarlar. Şaşkındı; boynunda iple pazara çekilmiş köleler, cariyeler. Şaşkındı toprağa diri diri gömülmeyi bekleyen kız. Şaşkındı şairler, hatipler, sihirbazlar, falcılar, kâhinler… Söylev taşının üstündeki adam; heyecanından yutkunuyor ve Medâyin`den korkunç bir haberle geldiğini söylüyordu.“Korkunç bir gürültüyle uyandık, dün gece! Tüm Medâyin halkı, korktu!” diyordu. Kisra`nın Sarayının burçları dün gece yıkılmış, yerlerde yatıyordu.

Ürkmüştü Kisra birden, ürkmüştü bir cüce dev;
Yıkılmıştı sarayın burçları, korku içindeydi her ev...

O gece, İstahbarat`ta, bin yıldır yanan ateş birden sönünce; ateşgedeler; “tanrımız bizi terk etti.” diyordu. Mekkelilerin tanrı bildiği 360 putun tümü secdedeydi. Mekke`nin köpekleri, ayaklarını kaldırmış, putların üstüne sidikliyordu. Save`den geliyordu bir ses. Sesin sahibi; “Save Gölü, sabah kalktığımızda kurumuştu!” diyordu. Save`nin damarları nasıl kurur bir gecede? Şaşkındı herkes. Semâve, uçsuz bucaksız kum çölüyken o gece sularla dolmuştu. Koca çöl, şimdi sular içindeydi. İnsanlar, boğulmamak için tepelere kaçmıştı.

Gökyüzünden salkım salkım yıldızlar dökülmüştü o gece. Zifiri karanlık, nur gibi aydınlığa teslim etmişti karanlığını. Bütün perdeler, incelmiş, Doğu ile Batı arasını görünür olmuştu. Çöllerde ne olup bittiğinin ayırtına varır gibi kaçışan ceylanların ayak izleri, apaçık görünmüştü o gece. Tüm bunlar, ya dünyanın sonunun geldiğinin, ya da içinde bulunan yaşanmazlıklardan kurtulup insanın onuruna kavuşacağının habercisiydi. Ezilmişlik, arsızlık, maskaralık, zulüm, insan ticareti, hakların gaspı, tefecilik, kadınların aşağılanışı, pazarlarda satılışı, kız çocuklarının diri diri gömülüşü... Kana bulanmıştı sular, çiçek açmaz olmuştu dağlar, vahalar, ovalar? Mazlum, inim inim inlerken; zalimlerin ruhları, karanlık deryaların tutsağıydı. Gözyaşıyla inleyen sahipsizlerin, yetimlerin, yoksulların iniltilerini duymuyordu güçlüler. Dünya; huzuru, barışı ve sevgiyi bekliyordu. O gece olanlar, anlayamadıkları bir dilin madde diliyle yansımasıydı. Tarih; Miladî 571, Rebiü-l-evvel ayının 12. gecesiydi. Özlediğimiz Yağmurun, çatlamış topraklarımıza inişinin habercisi bir tarih... Bu Yağmurla bitecekti susuzluğu evrenin; yetiş ey yağmur yetiş, çatlamadan gök, zemin.