Bugün, 26 Nisan 2024 Cuma

B.Rahmi ÖZEN


GEL EY NEBİ, MİR`AC`TAN İNER GİBİ

GEL EY NEBİ, MİR`AC`TAN İNER GİBİ


On dört asır evvel, yine böyle bir geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!

Müstesna bir doğuşa hamileyken kâinat; nice bir sancı çekiyordu tüm varlık. Ve asırlar boyu boz bulanık suları yudumlamıştı insanlık. Hararet ve hasretin giderileceği bir iksir aranıyordu, evrende.
Toprağa dipdiri gömülen kız, meta gibi pazarlanan anne, özgürlüğe hasret köle, hakkı gasp edilen yetim; O`nu bekliyordu. Çaresizler; “Nerde kaldın ey nebi!?” diye çölleri inletiyordu. Yokluk içinde inleyen, tefecinin elinde tutsaklığı yaşayan, yoksulluk içinde kavrım kıvrım kıvranan, sahip çıkacak bir ses, tutacak bir el arıyordu.

Gaflet ve hıyanet çöller kadardı. Günler ki ne günler, çağlar ki ne çağlardı. Haticeler goncasına, Âişeler gülüne, Sümeyyeler hararetini söndürecek iksirine muhtaçtı. Riya, inkâr, şirk, altın çağındaydı. Gurur, Kafdağı`nın derebeyi ve hasret gururla savaştayken gözler kör, vicdanlar sakattı.
Dünya zakkum sancısından kurtulacak, yarasını merhemleyecek şefkatli bir el arıyordu. Günahları kursaklarını aşmıştı vicdanı sağır zalimlerin. Ağlıyordu Mekke, ağlıyordu Yesrip işkence içinde. Gözler göremiyordu, gözleri perdelemişti kara toprak. “Açılsın göklerin kapıları, açılsın perdeler; çöllere dökülsün yıldızlar!” diyorlardı mazlumlar.

Yollara dizilmişti yetimler, günahsızlar, diri diri gömülmeyi bekleyen kızlar… Gül bahçelerini baldıran zehri kavurmuş ve ruhu yağmalanan insanlık, yeni bir devran bekliyordu. Sararmıştı yeşil yaprak; dal kopmuş, fidan düşmüştü bahçesinden. Bu betimi mümkün olmayan hengâme içinde baykuşa çifte yalı, bülbüle zindan düşmüştü. O`nsuzluk depremiyle han düşmüş, hancı düşmüştü. Mazluma daracık bir sürgün evi, zalime koskoca cihan düşmüştü. Adaletin kılıcı kırılmış, mazlumun kalkanı elinden alınmıştı. Hâkimler mahkûm, mahkûmlar hâkim olmuştu.
Çöllerdeki develerin, çekirgelerin, ahuların yürekleri bile O`nun hasretiyle akkordu.

Köyde, kentte, çölde yaşanılan hayat, toprağın yüreğinde kansere gebe bir urdu. Erdemli ruhlar; “Nerdesin ey yağmur!? Ah, bir yağsan taş filizlenir, çöl filizlenir!” diyordu. İnsanlık, çağın kundaklarından kurtulup O`nun billur dudaklarından ölümsüzlüğü yudumlayacak iksire muhtaçlığın doruk noktasındaydı. Tümden kokuşmuştu küflü tablonun çürüyen gülleri. Aşkın tavanı çökmüş, sevgi ve şefkatin duvarları kendine üryan düşmüştü.

Ebrehe ki; Mekke`yi kirletmişti. Ebrehe ki; toprağını kirletmişti yeryüzü göz bebeğinin. Ve Mekke, toprağı kirinden arındıracak bir yağmur bekliyordu. Mekke değil sadece, Yesrip değil sadece, çöller değil sadece; bütün dünya, bütün insanlık, rahmetin göklerinden boşanacak o ab-ı hayatı bekliyordu.
O`nunla bitecekti susuzluğu evrenin. O`na mümindi gökler, ona muhtaçtı zemin. Tam bu anda, evet tam bu anda:

On dört asır evvel, yine böyle bir geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!

Lakin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler,
Kaç bin senedir halbuki bekleşmedelerdi!
Neden görecekler, göremezlerdi tabii;
Bir kere, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi,
Bir kerede, mamure-I dünya, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bu günden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin.
Salgındı, bugün şarkı yıkan, tefrika derdi.
Derken, büyümüş kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma`sum,
Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı dirildi;
Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi geberdi!
Alemlere rahmetti evet şer-i mübini,
Şehbalini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sahipse, O`nun vergisidir hep;
Medyun ona cemiyyet-i, medyun O`na ferdi.
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.*