Bugün, 18 Nisan 2024 Perşembe

Zeki ORDU


Gönül Bahçemizin Küçük Dünyaları

Fatoş Küçük`e ithaf


Daha eşikten adımımızı atmadan köy kokuları duyardık.

Ucube şekilli betonların istilasına uğramadan önce, evlerimiz bahçe içlerindeydi. Kahverengini tarlalar kazılınca, siyah rendi de karayolunda görürdük. Tavanımız mavi, mekânımız yeşildi.

Karadeniz`de bahar ayları insanı bir yelerden alıp bir yerle götürür; güz ayları ise bir yerlerden geri getirirdi. Her iki bahar da hayal dünyamızın birer parçasıydı.

Belki kendisiydi…

Kışın kasvetli havaları; erik çiçekleriyle yerini başka bir iklime bırakmaya başlardı. Sonra peyderpey tomurcuklanan diğer bitkiler. Hepsi de yeni bir hayata başlar gibiydi. Biz her açmış yaprağı görünce içimiz kıpır kıpır olurdu. Bahar özellikle çocuklar için çok şey ifade ederdi.

Köylerde binaların ahşaptan yapıldığı zamanlarda tam manasıyla tabiatın içinde yaşardık. Sabahın o serin rüzgârı içimizi bir hoş ederdi. Tanımlayamadığımız duygular kaplardı bizi. Ağlamakla sevinmek arası bir şeydi bu…

Sonra zemine oturtulmuş tek katlı evimizden koşarak çıkardık dışarı. Bizi yemyeşil bir etraf beklerdi. Kızlar “entari” dedikleri belden aşağısı bir eteğe benzeyen elbiseleri ile süzülür gibi yürürken, erkeler lastik ayakkabılarını giyer, iple bağlanmış belki de dizleri yamalı bir pantolonla kendisini dışarıda bulurdu.

Nisan ortalarında her yer yemyeşil olur, etraftan baygın çiçek kokuları gelirdi. Hiçbir kokuya benzemeyen kokulardı bunlar. Hemen evlerimizin bitişindeki bahçede çileklerin olması beklerdik. O zamanlar bahçelerin sınırı hanelerimizin sınırına dayanırdı. Biz eşikten adım atar atmaz evimizin etrafındaki düzlüğün bitimiyle başlayan bahçede soluğu alırdık.

Ellerimizde taslar ile çilek toplamaya giderdik. O minnacık renkli dünyaları tasımızın içine attıkça içimiz neşeyle dolardı. Yemyeşil dallar arasından süzülen ışık huzmeleri bahçeye esrarengiz bir hava katardı. Hafif rüzgârda hışırdayan fındık yaprakları bir musiki gibi gelirdi bize. Biz maviliklerle çevrili yeşiller içindeki mekânımızda güneş ile aydınlanırken serin rüzgarları göğsümüzde ısıtırdık.

Taslarımızın içindeki çilekler artıkça daha bir gayret ederdik. Erkelerin taslarının içinde yapraklar olurdu. Kızların taslarında çilekten başka bir şey olmazdı. Çünkü kızlar çilekleri tane tane toplarken sanki incinmesinler diye dikkatlice toplarlardı.

Otlar arasında nohut tanesinden küçük o renkli küreler ne hoş kokarlardı. İlk topladığımız çileklerin bir kısmını yedikten sonra kalanlarıyla ninelerimiz reçel yapardı. Hele o çileklerin iplere dizilmesi yok mu? Ne güzel görünürdü o zaman.

Her fındık ocağı altında kızarmış küçük dünyaları arardık. Bazen olgunlaşıp olgunlaşmadığına karar veremediğimiz çilekler de olurdu. O zaman bayağı zorlanırdık. Ne zor şeydi karar verememek…

Hele o çileklerden yapılan reçeller. Cam kavanoz içine konur ve kendine has yerde saklanırdı. Çilek reçeli özel bir yiyecekti. Sofraya gelemden önce açılan kavanozun daha kapağı açılır açılmaz odayı keskin çilek kokuları kaplardı. Ah o koku! Burnumuzla tat alırdık sanki. Hele ekmek üzerine sürülmüş o reçelin tadı yok mu?

Gerçek çilek reçelin tadını bilmeyenler şanslı aslında. Neden mi? şayet gerçek çilek reçelini bir kere tatmış olsalardı günümüzde çilek azmanı bitkiden yapılmış reçelleri yemezlerdi. Şimdikiler reçeli bakkalda satılan sanıyor. Bir şeyin bilinmemesinin isabetli olacağı aklıma gelmezdi hiç.

O çilekler zaman içinde azalırken bizim de ağzımızın tadı kaçtı. Ne onları toplama keyfini yaşıyoruz, ne de gerçek çilek tadını alıyoruz. Yapay bir dünya yaşayıp duruyoruz. Neleri kaybettiğimizi bilenlerin sayısı da oldukça az.

Aslında çileğin hikâyesi bu kadar değil. Arkada o kadar çok şey bıraktık ki onları ne anlamız ne de anlatmamız mümkün değil.

Hanelerimiz betonlaştı…

Etrafımız betonlaştı…

Çiçeklerimizin rengi, meyvelerin tadı kaçtı…

En mühimi kalplerimiz betonlaştı…

Biz geçmişi nasıl anlatabiliriz ki?

Kendisi yoksa da hayali bizimle artık