Bugün, 29 Mart 2024 Cuma

B.Rahmi ÖZEN


KOCA BİR ÖMÜR ve SOKAK ÇOCUKLARI

KOCA BİR ÖMÜR ve SOKAK ÇOCUKLARI


Onları tanımak ve acılarına ortak olmak, ıstıraplarını dindirmek, gönül evlerini yeşertmek…
Kendi öz evladınız anlayışıyla iniltilerinin içimizi yakmasını tatmak… Yanan yüreklerinin imdadına koşmak, gözümüzün önünde kıymalarına, zülüflerinin tarumar olmasına razı olamamak…

Yalnız bırakmayalım onları. Ne olur, yalnız bırakmayalım ıssız, soğuk ve kara gecelerin korkulu sokaklarında. Yalnız bırakmayalım küf ve nem kokan, köhne ve terk edilmiş binalarda.
Re olur, yalnız bırakmayalım parklarda bankların üstünde sabahlayan kuzucukları. Yalnız bırakmayalım yağmurdan korunmak için geceyi dam altlarında geçiren yavruları.

Bilir misiniz; zayıftır bedenleri, açtır karınları?
Lakin onlar, ne acıktıklarını biliyor, ne üşüdüklerini. Ne yalnızlıklarını ne yapayalnızlıklarını...

Merhamet duygularımızı harekete geçirelim yarasalarla birlikte terk edilmiş binalarda geceyi geçiren ana kuzularına karşı. Kapısı bacası, penceresi bulunmayan, sidik kokulu köhne binalarda yata yata kokuyu ve korkuyu unutmuşlar.
Bilir misiniz; onlar, yarasaların ve baykuşların tünediği hangarlarda başkalarının saltanatını ancak gün ışığında fark edebiliyorlar.

Lakin başkaları, yani bizler, onları hiç fark edemiyoruz.
Hiç göremiyoruz hallerini, çekemiyoruz ıstıraplarını…

Başkaları ne bilsin; açlıklarını, açıklıklarını, sıcak bir yuvaya ve hepsinden öte anne, baba, kardeş ve abla sevgisine ne kadar muhtaç olduklarını.
Öyle bir yürek taşıyorlar ki, hâllerine bakıp hiç kimseye imrenmiyorlar. Kimseden bir büyüklük de beklemiyorlar. O yaşta onurlarıyla kendi kendilerine yürüyorlar. Aslında, sıcak bir yuvadan sokaklara sürgün gönderilmişler.

Bana göre onlar; yaşadıkları toplumu sınava tabi tutuyorlar. Yani dostlarım bizi…
Öyle bir sürgün yemişler ki; hiç biri kendilerinden başka seslerine benzer ses, nefeslerine benzer nefes, yüreklerine benzer yürek bilmiyor.

Ağlamanın da bir tadı var, dostlarım! Ve ağlayıp boşalmanın da bir tadı var. Bilir misiniz, ağlamaları da yoktur, bu çocukların. İçli içli, hüngür hüngür ağlamaları...
Vurdumduymazlığımızın bu soldurulmuş, bu küstürülmüş, bu yitik gülleri, bu rengini unutmuş menekşeleri, hayatın hiçbir yanından ve yönünden tat alamadıkları gibi ağlamaktan da tat alamıyorlar.

Kucağına oturacakları, dizine başını koyup uyuyacakları bir anneleri yok. Ana kucağında oturmanın, ana dizinde uyumanın hasretini çekiyorlar.
Ana sıcaklığının tadından uzaklar.

Şu gözünün önünden geçen insanların yanında; bir değere tâbi tutsalar; belki, ceplerindeki mendilden, çakmaktan ve çakılarından daha değersiz onlar. O yüzden hiç bakmıyorlar yüzlerine. Ama bilelim ki; sınavıdır onlar bu toplumun.
Sırtlarına çantalarını yüklenmiş, cıvıl cıvıl okullarına giden yaşıtları geçerken gözlerinin önünden acaba neler geçiyor onların içinden? Kiminin ellerinden tutmuş anneleri, kiminkini babaları, ağabeyleri, ablaları.

Onların her dem yeniden tazelenirken ruhları, her dem yeni ufuklar ararken günahsız gözleri, bu çocukların aklından neler geçiyor acaba?
Onlar, mendil, iki simit satmak, iki araba camı silmek ve bir ayakkabı boyamakla karnını doyurmak için sokaklarda dolaşırken, okullu çocuklara hedefler çiziyor öğretmenleri.

Fizik yapının benzerliğinin dışında onlarla şimdi hiçbir benzer yönleri yok. Elleri, ayakları, çeneleri, dudakları aynı, yaşları aynı... Lakin ruhları apayrı… Anneli, babalı okullu çocuklar cıvıl cıvıl, bu kimsesiz çocukların kim bilir hangi ateşler arasında yanıyor yürekleri.
Bu dünyada, sadece kendi hesabına yaşadığını sanan insanlar, başkalarına verilecek hesaplarının olmadığına mı inanıyor acaba? Sıcak yuvalarında yaşarlarken onlar, kimsesizlerin ve gariplerin buz ıslaklığında mesken tuttukları terk edilmiş hangarlarda yaşadıklarını yaşamıyor, duyduklarını duymuyor.

Kim bilir, onların yatıp kalktığı bu köhne hangarlar; ilerde yıkılıp bir apartman olup içinde nice insanlar yaşayacak. Yine onların buz ıslaklığındaki yüzlerinden, bedenlerinden ve yüreklerinden apartmandaki sıcak yuvalarında mutlu yaşayanların haberi olmayacak. Çocuk yaşında yiten nice çocuktan sadece bir parça buz ıslaklığı kalacak.
Hangi mağarada ya da hangi köhne hangarda, zamanın neresinde, kimi ve neyi beklediklerini bildikleri yok, onların. Bir kere çoğunun kimliği yok.
Tıpkı bekleyenleri olmadıkları gibi. Işıklı trafik lambalarında; arabaların camlarını silerken, kâğıt mendil satarken kazara bir trafik kurbanı olsalar; arkalarından ağlayacak, sızlayacak birileri hiç yok.

Telgraf tellerine takılmış kuşlar gibi kanatları kırık, yuvasından düşmüş yavrulardır. Kırağı yemiş saksı çiçekleri gibi boyunları bükük... Kiminin üstü başı yırtık, kiminki sökük.
Belki onlar, kırmızıyı ilk kez trafik lambalarında tanıdılar. Yeşili de... Biliyorum, karadan başka, renklerin hiç birinden haberleri de yoktur. Hele hiç tanımadıklarını mutluluğun timsali olan maviyi ve moru... Onları göremeyenler; belki bu dünyaya hepimizin çıplak geldiğini ve bu dünyadan çıplak ayrılacağımızı bilemiyorlar.
Aslında dünyaya çıplak geliniyoruz da, ayrılırken çok şey yüklenip götürüyoruz, dostlarım! Onları göremediğimiz gibi bunun da farkına varamamışız. Bir koca ömür götürüyoruz dünyadan. Baştanbaşa sorumluluk dolu bir ömür... Dünyadan koca bir ömürle dönen hiç boş ve çıplak döner mi, dostlarım?