Bugün, 26 Nisan 2024 Cuma

B.Rahmi ÖZEN


MAVİ SEHERLERDE AZİZ İSTANBUL

MAVİ SEHERLERDE AZİZ İSTANBUL


“Ana gibi yâr olmaz, stanbul gibi diyar
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar.”[1]

Mavi seherlerde Sultan Fatih için bir deniz rüyasıydı, aziz İstanbul.
Duygulu, engin ve mübarek seherini özlemişti rüya kent.

Dünya incisinin ala şafakları, Sultan`ın hayalinde tutuşmuş kırmızı gül bahçeleri doğuruyordu. Parklarındaki rengârenk laleler, meftundu ona.
Sultan Mehmet, ufkuna baktıkça, koyu bir kırmızılık ayırıyordu hayal şehrin gökle yerini. Güneş vurdukça yedi tepesine; benek benek büyüyordu ufuklardaki koyu mavileşme. Güneş, geceyi kovunca sahilden; Boğaz`da kayıkları görüyordu Sultan; emre müheyya...

Ve `Orası benim olmalı,` diyordu şehrin siluetine meftun bir Mehmet. Özlemle;`Fatihi olmalıyım, bu kentin,` diyordu.
Rüyasına dalmasıyla; terütaze bir genç kız kimliğinde incilere bürünmüş mercan gözlü İstanbul, bin bir renkli gelinliği ve leb-i derya dudaklarıyla Fatih`ine anlatmaya başlıyordu içli içli mazisini;
`Kostantiniyye mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden; ne güzel kumandandır, sözleri bir mübarek Peygamberin bal dudaklarından muştulanmıştı, cihana. Bu müjdeye müştak nice acar yiğitler, güçlü sultanlar, kılıcı keskin krallar, söz üstadı hükümdarlar, dilinde zikir, elinde Kur`an`la ulu Halifeler; uzak ülkelerden benim için sefer eylediler. Dünyanın gözbebeği oluşumdan beri her türlü hünerlerini toplayarak gelmişlerdi üstüme. Hiç birinin yâri olmak istemedim, ben. Cihan Peygamberinin kutlu sözüne meftun Mehmet`im gelecek diye bekledim, hep. Evrene sığmaz hayalindim Mehmet`im ben, senin. Sen ki; benim için; ya ben İstanbul`u alırım, ya İstanbul beni, demiştin.

Yüreğin inanç doluydu, Mehmet`im.
Ve önünde gözleri ufuktaki noktayı görecek kadar keskin bir Akşemseddin görüyordu, senin. Yüreği ak, sakalı ak, kendisi Ak bir Hoca... Müjdeye müstahak, mutlu askerleri beklemiştim, çağlar boyu.
Toprağıma bir gül misali düştüğü günden beri Peygamber yâri Hz. Eyüp Sultan da bekledi seni!

Güzeller güzeli mercan gözlü İstanbul, Fatih`in yâri olduğu gece; Ak Hocanın burnuna kokmuştu Eyüp Hazretlerinin misk ü amber bedeni. `Gel,` diyordu.`Alnından öpeyim, Mehmet`im, seni! Kutlu olsun Peygamberin müjdesi!`
Sultan Fatih, allı pullu duvaklarla gelin eyledi İstanbul güzelini. Ve Beytullah`ı kucaklar gibi kucakladı, bir gelinin alnından öper gibi öptü toprağını. Dünyanın en leziz tadını yaşadı onun toprağına değer değmez dudakları.
Yirmi sekiz kez vurulan yüreği, evrenin kapısı gibi on iki yaşındaki oğlunun bahtı için tahtını bırakan bir babanın Mehmet`ine açılmıştı 29 Mayıs sabahı. Mehmet ki; gece yatağında, gündüz otağında onu sayıklardı. Adının Kostantiniyye oluşu beyninde saplı hep bir kıymık gibiydi. `Ben, bu adı değiştirmeliyim,`diyordu Mehmet. Ve Peygamberin kutlu müjdesi, lacivert üzerine altınla yazılmış muhteşem bir tablo gibi; Fatih`in masmavi bakan gözlerinin önündeydi.

Peygamberin gülüydü 29 Mayıs 1453 sabahı İstanbul`un koynuna girip doya doya kokladığı. Ona kavuştuğu gece, altın harflerle bir aşk güftesi ve bir meşk bestesi yazıldı tarihin sayfalarına. Kara bir tarihin ciltleri kapandı, ana sütü kadar ak, ana sütü kadar berrak sayfalar açıldı, İslambol`un göğsünde. Tahtından düşen kralla birlikte bir çağ düştü tahtından.
Ulubatlı Hasan`ın surlara diktiği bayraktan diri bir güneş doğdu yeniçağa. Ol tarihte bir ses duyuldu; `Geldik ve kavuştuk nasrullahla Peygamberin müjdesine,` diyordu, mercan gözlü gelinin duvağını açarken Fatih unvanıyla Mehmet Han. Mavi gözlerine nazar edip; `Sen, bana Peygamber müjdesisin,` dedi, titreyerek. Şeb-i aruz gibi kavuşma anında İmparatorluklar buluşurken surların tepesinde rüzgârlar okuyordu bu güftenin bestesini; `Kutlu olsun düğünün hey yiğit! Peygamber müjdesine kavuşan bey yiğit!`

Günde beş vakit tekbirlerle, Kafdağı`nı kıskandıran İstanbul`un yedi tepesi, kıyamete dek o zaferi anlatacak; Allahuekber diye.
İmparatorlar buluşunca yüz yüze; Bizans Amirali Grandük; Fatih`le sevincini paylaşıyordu: `İstanbul`da Latin serpuşu görmektense Müslüman sarığı görmeyi tercih ederim.` diyor ve erdemin hakkını veriyordu.
Fatih`in gözlerinde tablolaşan muhteşem görüntü, İstanbul`un göğüne bulut bulut yansımıştı.

Surların üstünde adı meçhul, ideali malum güzel askerlerin fethi müjdeleyen sarıkları bayrak bayrak İstanbul`un iftiharla kabaran göğünde bir başka dalgalanıyordu 29 Mayıs sabahı. Haliç`e gerilen paslı zincirler, Sultan Mehmet`in önünde fethin muhteşem derinliğine gömülüyordu. Surların bendine kara bir çağ gömülürken; cihana bir altın çağ açılıyordu. Kutsal Haç, Lâilâheillallah huzurunda edeple secdeye gelirken elinde sancakla gövdesi delik deşikti Ulubatlı Hasan`ın. Dilinde sözlerin en görkemlisi nefes nefes tekbirler: Allahuekber Allahuekber Allahuekber… Rüzgârlar, tekbir tekbir mutlu askerlerin alnından öpüyordu. Fatih, Ayasofya`nın önüne gelince Patrik ağlıyor, Bizanslı halk ağlıyordu. Ve Patrik, muhteşem tablo karşısında Fatih`in önünde secdeye geliyordu. Fatih Sultan Mehmet Han,Patrik`e; `Kalk ayağa,` diyordu. `İnsan, insana secde edemez! Kalk! Ben, Sultan Mehmet! Sana ve bütün halkına söylüyorum ki, bugünden kelli hürriyetiniz ve hayatınız hususunda gazabımdan eminsiniz.`

Ayasofya, vahyin temiz müjdesiyle toprağına basan şerefli misafirlere mübarek bir 29 Mayıs seherinde sevinçle kollarını açıyordu. Tekbirler yağarken dudakların alevinden; koca mabet Ayasofya, nur nur yıkanıyordu. Bu iştiyakla ortaçağ, nurlu sabahların aydınlığına açılıyor, cihanı deviren dimdik bir baş, Ayasofya`nın aydınlanan mekânında secdeye düşerek yükseliyordu. Yürek olmuştu devasa surlar. Surların dibine batıyordu karanlık inançlar, ketum düşünceler, müflis fikirler. Bu sevinçle Boğaz`ın sularına konup kalkan martılar, güneşin kanatlarına zümrüt ışıltılar saçtılar. Bir varmış, bir yokmuş dedirten tarihin soluksuz gezdiği altın yüreğinde çığlık çığlık zamanı devirdiler.

Bütün dünya kültürünün renklerini taşıyordu mercan bakışlı aziz İstanbul. Medeniyetlerin izleri, çağları yakalayan sanatıyla gökkuşağı gibi mahyalaşan bir ülke kadar büyük şehirdi, Mehmet`e yâr olunca peygamber müjdesi güzel İstanbul.

O günden bugüne bir sütun gibi Kızkulesi, Boğaz`ın diliyle dalga dalga hâlâ masalını anlatıyor, bizlere ve bütün dünyaya.