Bugün, 25 Nisan 2024 Perşembe

Selim EROĞLU


O BİZİM İÇİN TARİHTİ

O BİZİM İÇİN TARİHTİ


Dünyaya gözümü açtığımda, çevremi tanımaya başladığımda, geniş avlumuzda belli aralıklarla sıra sıra dört tane dut ağacı vardı.

Bunlar ulu ağaçlardı. Akranlarımla birlikte çocukluğum bu ulu ağaçların altında geçti.

Dedem sadaka-i cariye olsun diye 1930`lu yıllarda dikmiş.

Üç tanesi çeşitli zamanlarda bir takım tabii afetlere dayanamayarak yıkıldı. Onlarla birlikte biz de yıkıldık.

Bu, dört kardeşin sonuncusuydu. Üç kardeşini kaybetmiş, yetim kalmıştı. Banisi, dedemi de yirmi yıl önce kaybetmişti. Gövdesi bir dev gibi olmuş, dört kişi ancak kucaklayabiliyordu. Gövdesinden yukarı merdivensiz çıkmak imkansızdı. Dalları dev bir şemsiye gibi açılmış, beş yüz metrekarelik yeri etkisi altına almıştı.

Yaşı neredeyse bir asra yaklaşıyordu.

Yazın, en büyük gölgeliğimizdi. Biz insanlar dahil bütün canlılar onun altında gölgelenirdi. Altında piknik yapılır, çay eşliğinde engin muhabbetler olurdu. ``Dudun dibinde buluşalım`` parolamız olmuştu. Dudun altı konforlu bir dinlenme tesisi gibiydi. Birkaç dalında salıncak asılıydı. Salıncaklar bütün çocukların en büyük eğlencesiydi.

Kurbanı burada ifa ederdik. Bir dalı, kurbanı calaskarla asmak için hizmet veriyordu. Tabii bir tezgah vazifesi görüyordu.

Dudu çok bereketliydi. Sadece bizim aileye değil, bütün bir köye, hatta komşu köylere bile yetiyordu. Perşembe günü köyümüzde pazar kurulurdu. Pazara gelen komşu köylerdeki akrabalar ve onların tanıdıkları mutlaka burada mola verirler, dut silkelemeden gitmezlerdi. Özel izne gerek yoktu.

Bizim evlerden birine, ``Biz dut silkelemeye geldik.`` demeleri yeterliydi. Dut o kadar fazlaydı ki her yıl geleneksel olarak bütün mahalleli bir araya gelir, pekmez yaparlardı. Dut pekmezi bütün mahallenin sofralarının baş tacıydı.

Sadece biz insanlar mı? Dut ağacının dalları bütün kuşların eviydi. Dallarında zaman zaman duttan fazla çımçıtırak serçeler olurdu. Serçelerin çıkardıkları seslerin ahengini hiçbir bestede göremedim.

Bir ara yapraklarını tırtıllar sardı. Kısa sürede bütün yapraklarını yiyip bitirdiler. Ağaç daha kış gelmeden cascavlak kaldı. Kurudu, ömrünü tamamladı diye çok korktuk. Yine de pes etmedi. Tırtılları doyurduktan sonra ``ben buradayım, daha ölmedim`` dercesine yeniden yaprak açtı.

O bizim adresimizdi. Evimiz dut ağcına göre tarif ediliyordu. Bizim ev herkese göre ``büyük dut ağacının olduğu evdi.` Bu şekilde tarif ettin mi başka bir ayrıntıya gerek yoktu. Navigasyon cihazı gibiydi.

Terme`den köye arkadaşlarla dut yemeye gitmişliğimiz çok olmuştur. Dut zamanı geldiği zaman, bilenler beni özel ararlardı. Dut yeme seferlerine ilk defa katılanlar daha sonraları beni dut ağacından hatırlıyorlardı. Ne demişler insanoğlu her şeyi unutur, yediğini unutmaz.

Heyhat!

Bu yıl son fırtınada, daha fazla dayanamayarak bütün dalları kırıldı. Yine akıllılık etti, dallarını kaybetmekle kökünü kurtarmış oldu. Şimdi sadece köküyle gövdesi hayatta, eski ihtişamlı günlerinden eser yok. Öksüz ve boynu bükük baharı bekliyor.

Eski günlerine döner mi? Dönse de ne zaman döner. O bizim için bir ağaç değil, bir tarihti, bir mirastı, bir sadaka-i cariye idi; geçmişle gelecek arasında bir köprüydü. O bizim hatıramız ve hafızamızdı.

O eski ihtişamlı günlere dönmesini sabırla bekliyoruz.

Sağlıcakla kalın.