Bugün, 25 Nisan 2024 Perşembe

Selim EROĞLU


OTLAKÇI


Okul açılalı henüz üç hafta olmuştu. Derslere başlayalı fazla bir zaman olmamıştı.

Lise 1´e başlayan öğrenciler, edebiyat dersiyle ve haliyle ´edebiyat´ kavramıyla ilk defa karşılaşıyorlardı. Bu konularla alakalı ilk iki hafta bir hayli bilgi vermiştim. Bilhassa edebiyatın tanımı ve menşei hususunda epey malumat vermiştim. Özellikle edebiyatın ´edep´ kökünden geldiğini üzerine basa basa vurgulamıştım.

Üçüncü haftaya gelince örnek bir metin işlememiz icap etti. Elimde ünlü yazarımız Memduh Şevket Esendal´ın ´Otlakçı´ adlı hikaye kitabı vardı. Kitaptan , adı geçen Otlakçı hikayesini okudum. Yazar, hikayeyi 24 Nisan 1923´te yazmış. Neredeyse yazılalı bir asır olmuş. Metnin içinde başlığından hariç zıkkım, sokulmak, ahmak gibi kısmen argo sayılabilecek kelimeler geçiyordu.


Sınıfça metni anlamaya ve yorumlamaya çalışıyorduk.


Bir ara sorusu olan var mı dedim.


9/A sınıfından 57 no´lu Aybüke Mumcu, parmak kaldırdı, ilginç ve manidar bir soru sordu.


´´Hocam´´ dedi. ´´ Sene başında bize edebiyatın edep kökünden geldiğini ve edebiyatın duygu, düşünce olay ve hayallerin güzel ve etkili bir şekilde anlatılmasıdır diye öğretmiştiniz. İçinde birçok argo kelime geçen , hatta adı bile argo olan bu ´Otlakçı´ hikayesi de edebiyatın içine giriyor mu? Bunu da edebiyattan sayacak mıyız?´´


Hiç beklemediğim bir soruydu. Soru, hem ilginçti, hem de düşündürücüydü. Sınıf sorunun mahiyetini tam anlamışa benzemiyordu. Aybüke´ye soruyu sınıfın anlayacağı şekilde bir kez daha tekrarlamasını söyledim. Aybüke de dediğimi yaptı.


Safiyane bir soruydu ve konu hassastı.


Biz anlatıp geçiyoruz ama öyle değilmiş.


Öğrenciler, öğrendikleri arasında muhakeme ve mukayese yapıyor, bir aykırılık gördüklerinde, bunu sorguluyorlar.


Sualinden dolayı Aybüke´yi tebrik ettim ve hemen ödüllendirdim.


Kişinin, sorduğu soru zekasını; verdiği cevap ise bilgisini gösterir.


Bilgisi olan cevap verir, bilgisi olmayan ise çok çok cevap veremez. Bilmiyorsa en kısa zamanda öğrenir ve olur bilgili.


Soru sormak öyle mi?


Allah vergisidir. Zeka işidir.


Soru´nu göreyim, sana ne olduğunu/ ne olacağını söyleyeyim.


Derslerde; ağız, şive, lehçe, jargon ve ´argo´ terimleri hakkında da bilgi vermiştim.


Argo için şöyle demiştim: ´´Ortak dilden ayrı olarak belirli toplulukların ses, yapı, söz dizimi ve anlam bakımından farklılık gösteren dili veya kelime dağarcığıdır. Farklı bir anlaşma biçimi sağlamak üzere oluşturulur. Argo , çoğu kere kaba bir söyleyiş özelliği gösterir.´´


Ben , kendimce Aybüke´nin sorusuna cevap vermeye çalıştım:


Argoyu mümkün mertebe kullanmamak gerekir. Argo kullanmak insanın itibarını zedeler. Karşımızdakine hakaret sayılır. Bu böyledir diye argoyu görmemezlikten gelemeyiz. Argoyu bilmeliyiz ama gerekmedikçe kullanmamalıyız.

Şayet kullanmak zorunda kalırsak sonucuna da katlanmalıyız.


Otlakçı hikayesinde yazar argo kelime ve tabirleri bizzat kendi kullanmıyor. Gördüklerini , kahramanların ağzından naklediyor. Yani realizm akımına bağlı kalarak anlatıyor. Toplum böyleyse ben ne yapayım demeye getiriyor.

Yazar, gördüklerini ve ifadeyi edebileştirmiş. Konu değil , anlatım edebi.


Ne Yapalım, bu hikayede olduğu gibi bazıları o kadar pişkin ki, yüzüne tükürsen, çok şükür yağmur yağıyor diyor. Bu durumu daha nasıl etkileyici ifade edebilirsiniz, kabilinden bir şeyler söyledim.


Ne derece tatminkar bir cevap oldu zaman gösterecek.


Şunu anladım, geleceğimizin teminatı olan gençler, ´edep´i arıyor. Sorguluyor ve mükemmele ulaşmaya çalışıyor.


Bu, memnuniyet verici ve güzel bir şey.


Bize düşense ´edep´i arayan gençlerin taleplerine cevap verebilmek.


Yoksa işimiz zor.