Bugün, 20 Nisan 2024 Cumartesi

Zeki ORDU


PALTO (Tirebolu’ya ithaftır)

PALTO (Tirebolu’ya ithaftır)


Tirebolu’nun nüfusun az olduğu zamanlardı. İlçede tek ortaokul vardı. 

Kış günlerinde okuldan çıkar çıkmaz, paltomuzu giyerdik.  Seksenli yıllarda kıyafet çeşitleri çok yoktu. Erkekler kışın uzunluğu dizlerinin çok altında, palto denilen bir kıyafeti giyerek dışarı çıkardı.

Son dersin bittiği zil çalınca erkekler paltolarını giyer, yakalarını boyunlarını örtecek şekilde yukarı kaldırırdı. Bir nevi kaşkol görevi görürdü.

Ellerimiz cebimizde Karadeniz’in serin rüzgârlarını bağrımızda ısıtarak, şehrin kalbine doğru yürürdük.  Hayallerimizle birlikte…

Her adım bizi şehre yaklaştırırdı. Her adım bizi sanki hayallerimize yaklaştırırdı…

Kumyalı mevkiinden başlayan kısa yolculuğumuz, Çatal çeşmeye çıkan yolun başına kadar gelir; oradan yokuşa doğru tırmanırdık. Yaşımız genç olduğu için yokuşun verdiği yorgunluğu fark edemezdik bile.

İçimizde yarınlara ait umutlarla atardık adımlarımızı. Umutlarımızı hayallerimizle beslerdik. Bütün insanlar güzel görünürdü gözümüze. Kötülüklerin sadece filmlerde kötü karakterlerin uydurduğu şeyler sanırdık.

Çatal çeşmeye çıkan yol çok uzun değildi. Bazen o yolun yokuş olmasına rağmen uzun olmasını isterdik. Çünkü yolun sonuna gelince hayallerimiz ilk gördüğümüz kişiye selam verince son bulurdu. Hayal âleminden uyanır, dünyaya gelirdik sanki.

Yolun karşında bulunan çeşmeden şırıl şırıl su akardı. Biz Cintaşı Mahallesi girişinde ve yokuşa göre sağ tarafta olan lokantaya giderdik. Yalnız yaşadığımız için evlerimizde bir şeyler yapamazdık. Müessese sahibi Mustafa usta karşılardı bizi. Çok sık gittiğimiz için “müdavimler” sınıfındandık. Bir nevi “imtiyaz” gibi bir şeydi bu. Veya hane halkı sınıfından fertlerdik…

Akşama daha vakit olsa da akşam yemeği niyetine yerdik yemeklerimizi. Kah bekârlık, kah tembellik, kah beceriksizlik… Ne derseniz deyin uyardı tarifimize.

Sonra Çatal çeşmenin solunda Yani Pucuklu Mahallesi tarafında ve hemen bitişiğinde büyük bir çayevine atardık kendimizi. Bir muhabbet başlardı mekân kapana kadar.

Sonra içimiz aydınlık, yolumuz karanlık bir vaziyette soğuk evlerimizi gönül ateşiyle ısıtmaya giderdik.

Rüyalarımızı bile biz tayin ederdik…

Serin bir sabaha dinlenmiş bir vücutla uyanır, adımlarımızı yine öğrencilerimize kavuşmak için atardık.

Paltomuzun yakası yine yukarıya doğruydu. Boynumuz üşümesin diye.  Zaten sınıflarda yeterince ısınacaktık. O kadar sıcak gönüller bizi bekliyordu. Biz de onlara kavuşmayı…

Her sınıfa girişimizde ışıl ışıl gözler bize bakardı… Gönüller bize bakardı.  Biz de onalar bakardık. Aslında “Günaydın” görünüşte bir kelimeydi. O görünen ve duyulan kısmıydı yani. O gönülden gönle giden “gizli” yolu izaha muktedir kelime yoktu ki… Yoktu ama nasıl oluyorsa sınıftakiler onu anlıyordu. Biz de onların anladığını anlıyorduk.

Kelime o söylenmeyen ve anlaşılan şey hem sıcak, hem de yumuşaktı.

Ve okulda bir gün daha başlıyordu.

Paltomuz ise öğretmenler odasında askıda bizi bekliyordu.

Ve paltomuz aslında hayallerimize şahitti. Çünkü okul bittiğinde kuruyorduk o hayalleri.

Ah palto! Sen neler biliyorsun.

Tirebolu sokaklarını seninle az mı arşınladık…