Bugün, 18 Nisan 2024 Perşembe

Seyfi GÜNAÇTI


Prenses

Prenses


Ben ortaokulu ve lisenin iki senesini Adana İmam Hatip Okulu’nda okudum. Orada Trabzon, Giresun ve Ordu’nun köylerinden iki dönemde gelen 53 öğrenciydik.

Hemen hepimiz köy ilkokullarında okumuştuk. 11-12 yaşlarında evimizden, ailemizden bu kadar uzakta yaşamak durumundaydık. Karadeniz’e göre iklimi farklı, insanlarının adetleri farklı, şivesi farklı ve hatta yemekleri farklı bir şehre gelmiştik.

Maceralı bir yolculuktan sonra Dİ ile 12 Eylülde Adana’ya ulaşmış ve okula kaydımızı yaptırmıştık. Okulun sıhhiyesi Cemal Efendi, üç gün uğraşarak Trabzon Numune Hastanesinden aldığım sağlık raporunu adeta çöpe attı! “Buna gerek yok” diyerek beni, şimdi hastane mi yoksa sağlık ocağı mı olduğunu bilmediğim bir kuruma götürdü. Oradan aldığı yarım sayfa kâğıdı dosyama koydu.

Derslerin başlamasına daha birkaç gün vardı. Parasız yatılı olduğumuz için bize yatakhanede yer gösterdiler. Ben, üç katlı taş binanın son katındaki odadaydım. Henüz bütün öğrenciler gelmediğinden ranzaların yarısı boştu. Bana daha havalı geldiğinden bir ranzanın üst katına çıktım.

Adana’nın bize göre dayanılmaz bir sıcağı vardı. Gece de olsa bir türlü sıcaktan uyuyamıyordum. Serinlemek için çareyi zemin kata inip banyoda pijamamı ıslatmakta buldum. Ancak üçüncü kata çıkıp uyuyana kadar pijamam tekrar kuruyordu. Bu işlemi iki üç defa yaptıktan sonra uyumuşum.

Şimdi fark ediyorum ki yatak seçiminde yanlış tercihte bulunmuşum. Binanın üstü beton ve çatısı yok. Gün boyu güneşin altında ısıyı emen beton, gece olunca sıcaklığını odaya veriyor, en çok da ranzanın üstünü etkiliyordu. Ranzanın alt katında yatsaymışım herhalde daha rahat uyuyabilecekmişim.

Eğitim öğretim başlamamıştı ve yatılı öğrencilere henüz yemek çıkmıyordu. İki gün cebimizden yedik. Sabahleyin bir çorba içiyor, öğleyin çeyrek ekmekle üzümü katık edip öğle öğünü yapıyorduk. Akşam yemeği de genelde öğle yemeğinin aynısı olurdu.

Nihayet okul açıldı, yemek verilmeye başlandı. 600 öğrenci yemeklerimizi büyük bir salonda yiyorduk. Oranın iklimi gibi yemekleri de bizim köy yemeklerine göre çok farklıydı. Bazı yemekleri yiyemiyordum. Bizim köyümüzün şekerli yapılan o tatlı makarnası burada salçalı makarnaya dönüşmüştü. Bazı otları bir kaba doğramış, içine de 3-4 zeytin koymuşlardı. Meğer bu salata imiş, yani marul salatası. Benim bildiğim salata domatesten ve salatalıktan yapılır!

Karpuzu iştahla yiyor fakat kavunun tadından hoşlanmıyordum. Çünkü Adana’ya kadar hiç kavun yediğimi hatırlamıyorum. Hakkıma düşen bir dilim kavunu arkadaşlara veriyordum. Birdir, ikidir derken sonunda karar verdim; bir daha yemekte kavun çıkarsa yiyecektim. Öyle de yaptım. Sandığım gibi tadının fena olmadığını gördüm. Ondan sonra kavunu, karpuzdan daha çok arar oldum.

Bir de muzun hikâyesi var. Ancak bu hikâye bana değil, Maçkalı arkadaşımız M.U.’a aittir.

MU yıllar sonra olayı mezunlar sayfasında şöyle anlatıyordu:

Bir gün öğle yemeğinde patlıcana benzeyen fakat ondan daha hacimsiz sarı renkli bir meyve çıktı. Bu meyve muz imiş. İlk defa görüyordum. Nasıl yenileceğini de bilmiyordum. Yemeğimi yavaş yiyorum ki bir arkadaş yesin de nasıl yenildiğini göreyim.”

Bir de prenses hikâyemiz var. Prenses, içine krema konulmuş bir çeşit pasta.

Bizim okulun önünden geçen yola Ordu Caddesi, arkasından geçen yola Fuzuli Caddesi denir. Bir tatil günü Fuzuli Caddesi’nden garajlara doğru yürüyorum. Bir simitçinin, “Prenses 75 kuruş, prenses 75 kuruşşş!” diye bağırarak benden tarafa doğru geldiğini gördüm. Prenses normalde 1 liraydı. Demek satıcı o gün indirim yapmıştı. ‘Bu bir fırsat’ diyerek bir adet prenses almaya karar verdim. O güne kadar sadece bir kere prenses yediğimi hatırlıyorum.

Sonra düşündüm; “Simit 25, prenses 75 kuruş. Bir prenses alacağıma üç gün süre ile her gün bir simit alırım daha iyi” dedim ve prenses almaktan vazgeçtim. Bu arada simitçi gelip yanımdan geçmişti. Sonra “Ben bu prensesi her zaman almıyorum ya! Bugün bir tane alacağım” dedim. Düşüncem değişmeden simitçiye yetişmek için geriye döndüm. Fakat simitçi gözden kaybolmuştu. Caddeden sapılacak ilk ara sokağa kadar hızlıca yürüdüm lâkin simitçiyi göremedim.

Benim prenses hikâyem de böyle bitti!