Bugün, 26 Nisan 2024 Cuma

Zeki ORDU


RÜYALARIMI GERİ İSTİYORUM

-Şenol Yılmaz`a ithaf


Bazen düşünüyo-rum da şu her yanı betonlarla çevrili hayat içinde olmak ne hazin. Bu hal mecburiyetle mahkûmiyet arası bir şey. Neresinden bakarsanız bakın sosyal bir esaret içindeyiz. Namık Kemal`in “Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten” mısrasında olduğu gibi hür müyüz, esir miyiz belli değil.

Şöyle geri baktığımızda, zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyoruz bile. Hele iki zaman arasında olan sosyal farklar sanki insanın bir dünyadan başka bir dünyaya geçmiş gibi hissetmesine sebep oluyor. Sanki uzun süren bir rüyanın sonunda uyanmışız gibi.

Daha dün çocukluğumuz ahşap evlerde geçiyordu. Betonarme denilen ucube hayatımıza girmeden önce ne hür çocuklar idik. Her sabah uyandığımızda ne yiyip ne içtiğimize bakmadan ayağımızı eşikten dışarı atar, siyah boruların gökyüzünü bombalamadığı masmavi asuman bizi selamlardı. Güneş siyah bulutlar arasından değil de pamuk tarlaları arasından süzülürdü.

Bulunduğumuz coğrafyaya göre bir hayatımız olurdu. Ya bir tepenin üzerinden etrafı seyre dalar, ya bir kayalıktan denizin dalgalarını sayardık. Belki bir dere kenarında suyun akışını gözlerimizle takip ederken çıkardığı sesi ruhumuza yoldaş ederdik. Saatlerce aç açık dolaşır ne yorulduğumuzu hisseder, ne de acıktığımızın farkına varırdık.

Derenin sürüklediği bir sarı yaprağın sonbahar alameti olduğunun farkına çok geç vardık. Beyaz bulutlar arasındaki siyahlıkların yağmur bulutu olmadığını vicdanlarındaki karaların sayesinde olduğunu da çok sonraları anladık. Bir şeyler değişirken, çok şeyin değişmediğini de geç anladık.

Bize uçsuz bucaksızmış gibi gelen dünyanın küçüklüğünü ilkokul öğretmenimizin gösterdiği yer küre modelinden öğrendik. Sonsuz hayallerimizin önüne sonu olan bir cisim konulmuştu ve dünya bu cismin bilmem kaç milyon kere büyüğü idi. Yani dünya küçüktü…

Biz hava tükenmez, su azalmaz, toprak herkese yeter sanıyorduk. Kanıyorduk… Belki de kandırılıyorduk. Yine de mutluyduk. Değil mi ki evden dışarı büyük bir keyifle dışarı çıkıp canımız istediği kadar koşabiliyorduk; dünyalar bizim demekti. Bazen sağ ayağımızın ucu bir taşa takılır, sol dizimizin üzerine yere düşerdik. Acısını nerde olduğunu bilmediğimiz yerde hissederdik. Gerçi acısını nerde olduğunu bilemediğimiz bazı şeyler daha olurdu ama o acıyı tarif edemezdik. O daha çok gençlik dönemlerimizde olurdu ve dizimizin acısına da benzemezdi.

Yeryüzünün bütün tepeleri bizimdi. Denizler bize aitti. Yağmurlar bizi ıslatır, güneş bize doğardı. Akşam yorgun argın döndüğümüz evimizde uykularımız da bize aitti. Tabii rüyalarımız da…

Yarınlar hep bizimdi…

Sonra birileri gelip topraklarımızı betonlarla doldurdu. Nereye gitsek bahçesiz apartmanlara rastlıyorduk. Farkında olmadan topraklarımız alınmıştı elimizden. Sonra suları klorladılar. Sağlığa zarar olmasın diye. Sularımızın tadı kaçtı. Hormonlu bitkiler daha fazla mahsul verdi. Ve daha tatsız... Dilimizin tadını çaldılar. Faili meçhul bir gaspçı bizden bir şeyler götürmeye başladı. Hem de “meşru” olarak…

Sonra şehir denilen yerlere yerleştik hani şu “doğduğun yer değil doyduğun yer” sözünde olduğu gibi. En uzak mesafe caddenin karşı tarafındaki binalara kadardı. Ufkumuzu çaldılar. Sonra uzun kara borular göğe nişan aldılar. Havamızı çaldılar. Evlere yorgun argın geldik. Yarına yapılacak çok şey vardı kanunlara göre. Onları planlarken uyuduk. Uykularımızı çaldılar.

Ve istediğimiz gibi rüyalar göremedik. Ne hazindir ki rüyalarımızı da çaldılar. Ancak yerin boş bırakmadılar. Sabahları daha yorgun bir vücut bıraktılar bize. Haklarını yemeyelim rüyalarımızı çaldılar ama yerine kâbuslar bıraktılar. Az şey mi?

Artık ne koşacak bir meramız var, ne ışıtan bir güneşimiz var. Çocuklarımıza yaşadıklarımızı anlatırken masal sandılar. Oyunlarımızı anlattık inanmadılar. Biz uçsuz bucaksız evrende dilediğimiz gibi oyunlar oynarken çocuklarımız klavyelerle kavga etti. Onlar neleri kaybettiklerinin farkında bile değil.

Ne hazin değil mi?

Bazı şeyleri daha kaybettik. Onları nasıl yazarım ki?