Bugün, 26 Nisan 2024 Cuma

Zeki ORDU


SANDIĞA GÖNLÜMÜ KOYDUM

SANDIĞA GÖNLÜMÜ KOYDUM


Yıllara meydan okuyan haliyle karşımda dururdu hep. Fidanının kim tarafından kaç yıl önce toprağa dikildiğini bilen yoktu. Üzerindeki desenler ustanın maharetini gösteriyordu.
Daha cızırtılı aletler elektrik ile çalışmazken yapılmıştı. Yaşlı bir çınarın kesildikten sonra da nesilden nesle geçeceğini bilen olmazdı elbet. Menteşeleri bile paslanmamıştı. Devrinin sadeliğini ve saflığını üzerinde taşıyordu. Kaç nesil ince duyguları aktarmıştı bir sonraki kuşağa. O bir sandıktı ve benden öncekiler o sandığa gönlünü koymuştu.

Daha çocukluk çağlarında `bu senin dediler` evin ilk kızına. `Buraya çeyizlerini koy ve hususi eşyalarını muhafaza et` ikazıyla devredildi.
Artık sıra ondaydı yani. Dışı işlemeli bu yaşlı ceviz onlarca yıldan sonra kullanma şansı ona gelmişti.
Önce ona bir yer seçmeliydi odanın içinde. Duracağı yer belli olmalıydı. Herkes `orası onun yeri` demeliydi. Öyle de oldu. Küçük ahşap evin bir odasında bir pencere kenarı oldu duracağı yer. İçi boştu ama tarih kokuyordu. Emek kokuyordu, gönül kokuyordu…

Sonra ilmik ilmik işlenen kanaviçeleri sırayla yerleştirmeye başladı oraya. Bittikçe bir diğeri ve bir diğeri daha… Her defasında bir öncekileri işlerken ki düşünceleri hatırlanıyordu. Ve her açtığında bir yenisini, yani gönlünü koyuyordu oraya…
Çeyiz onunla çıkacaktı bu evden. Sandık da… Onun için daha çok kıymet veriyordu sandığa. Kanaviçeler, dantelalar, her türlü örülen eşyalar zamanla dolduruyordu içini. Bazen uzun kış geceleri `kar`a nispet olsun diye tükeniyordu, kar beyazı yumaklar. Baharda tomurcuklanmaya yüz tutmuş gül motifleri işliyordu. Yaprağını koyu yeşil örüyordu, dalını açık yeşil.

Neyi veya kimi düşündüğünü sadece kendi bildiği anlarda eline batan iğne ile irkiliyor; acısı hatırladığından daha az geliyordu. İki damla kan gülün tomurcuğunun kızıllığını artırıyordu. Sanki tomurcuk elinde açıyordu, gönlünde açıyordu…
Yazları pembe ve mavi, hazanda kahverengi işlemeler yapıyordu. Zaman geçiyordu. Her geçen zaman bu evden bu sandıkla çıkacağı an`a yaklaştırıyordu onu. Zaman, ah zaman! Bazen ne tez geçiyordu! Bazen de geçmek bilmiyordu…

Her zaman çeyiz koymak için açmıyordu sandığı. Bazen havalandırmak ve yeniden bir düzene koymak için de açıyordu kapağı. Her açmaya kalkışında içinde ilk defa göreceği şeyler varmış hissine kapılıyordu. Ve sandığa sahip olduğu andan itibaren geçen
süre canlanıyordu gözlerinin önünden. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar oluyordu. Ve sandığı tekrar kapatıyordu.

Sonra…
Sonra renkleri ve şekilleri değişmeye başladı işlemelerin. Ta ki sandıkta mektup ve günlüklerin de saklandığı andan itibaren. Artık her şey `birinin` zevkine göre oluyordu. Yani gün geçtikçe daha da özelleşiyordu. Her eşya ile oraya gönlünü koyuyordu…

Bir de mektupları…
Sandığı açıp yeniden yerleştirirken saymıyordu her parçayı. Geçersiz olanı yoktu içlerinde. Bir rengin diğerine, bir işlemenin ötekine üstünlüğü yoktu. Birileri kazanıp, birileri kaybetmiyordu. Şu kadarı kasnak işleme, şu kadarı dantela diye bir tasnife gidilmiyordu. Sevgi ülkesinin sandığı idi o. Bu yüzden her parça kıymetliydi.

Hem ağlayıp, hem de bir daha o odaya dönülmemek üzere sefere çıkıldığı zaman; devrine göre at`ın veya arabanın üzerinde en kıymetli şeydi sandık. Çünkü bir yere dikilmiş ceviz fidanının yıllarını yağmur ve çamurla; sıcak ve soğukla mücadele edip, mahir bir ustanın elinde işlenerek bir genç kızın hayallerini ve umutlarını sakladığı sandığa dönüşmesiyle başka bir boyuta dönüşmüştü. Ve sandık bir tarihti... Bir emanetti... Sandık bir kültür birikimi ve kültür devamlılığı idi. Dündü, bugündü, yarındı... Her genç oraya çeyizleriyle birlikte gönlünü de koymaktaydı.

Gönlünüze sahip çıkın…
Biz `öyle sandık` demeden;
Kısaca `yandık` demeden…