Bugün, 26 Nisan 2024 Cuma

Zeki ORDU


TİTREYEN NASIRLI ELLER

TİTREYEN NASIRLI ELLER


Anadolu insanın masumiyetini bilir misiniz? Hani Necip Fazıl’ın “Sakarya saf çocuğu masum Anadolu’nun” diye bir mısraını duyanlar anlar Anadolu insanının ne kadar masum duyguları olduğunu.

Çok sık olmasa da bazı seyahatler yaparım. Gittiğim yerlerde insanlarla sohbet eder onların hikâyelerini dinlerim. Anlattıkları kendileri için çok mühimdir ve çok kişi de anlamaz anlattıklarından. Anlamak için o hayatı bizzat yaşamış olmak gerekmektedir.

Buraya yazacaklarım için yer belirtmek istemiyorum. Şehirlerden bir şehir, ilçelerden bir ilçe, köylerden bir köydeyim.

Köyün bir yerinde iniyoruz bizi getiren otomobilden. Köylüler yabancı olduğumuzu anlıyor. Önce tedirgin bakıyor bize. Belli ki bu tedirginlik maziden tevarüs etmiş bazı menfi hadiselerin tezahürü. Selam verip yaklaşınca birilerine yüzünden önce gönlü gülüyor vatandaşın.

Sonra yarı şaşkın “Hoş geldiniz beyim” diyor. Biz ne için geldiğimizi söylüyoruz. Daha doğrusu resmi kişiliğimiz olmadığını izah ediyoruz. Ardından “misafir” olarak geldiğimizi, birazdan geri döneceğimizi bildiriyoruz.

Gülümsüyor vatandaş…

Köy hayatı ile ilgili bilgi toplayıp, not alacağımızı, köyün tarihi ile araştırmalar yapıp bazı kişilerle sohbet edeceğimizi ve buna benzer bazı cümleler kurup meramımızı açıklıyoruz. Tedirginlikleri şaşkınlığa dönüşüyor sonra. Bize “Beyim biz ne biliriz, köylüyüz işte, günümüz şu gördüğün yerlerde geçiyor” diye bir açıklama yapıyorlar.

İlimlerin olmadığını söylüyorlar. Ancak irfan sahibi olduklarını bilmiyorlar.

Biz “herkesin bir hikâyesi vardır. Sizin de vardır. Her şey okumakla olmuyor, sizden öğreneceğimiz çok şeyler olabilir” diyoruz. Diyoruz demesine de suç işlemişler gibi kızarıyorlar. Mahcubiyetleri dürüstlüklerinden. Kendindeki cevherin farkında değiller yani. Yine de bir işe yaramanın haklı gururunu yaşıyorlar bir an.

İlk telaş geçiyor. Bizi oturtacak yer hazırlıyorlar. Sonra ikram teklifleri geliyor. Biz bir şey istemediğimizi söylesek de “Olmaz beyim, taa nerelerden kalkıp bizi muhatap almışsınız. En azından bir çayımızı için” diyorlar. İtiraz etmek olur mu? Bu saf ve temiz insanların bir yudum suyunu, bir bardak çayını içmeden gitmek olmaz.

Ardından sohbet başlıyor. Biz “Hep burada mı yaşıyorsunuz, ne işler yapıyorsunuz” gibi bir soru yöneltiyoruz. Şairin “Bir dokun, bin ah işit kâse-i fağfurdan” demesi gibi dökülüyorlar birer birer.

Önce uzaklara bakıyor abimiz. Sonra bir iç çekiyor. Daha sonra “Şu güneş şuradan doğup buradan batana kadar şu gördüğün tarla ve bahçelerde geçiyor ömrümüz. Çocuklar bazıları okuyup, bazıları okumak, bazıları da çalışmak için ayrıldı buralardan. Biz köylü milleti tek başımıza kaldık tabiri caizse” diye başlıyor sözlerine.

Bize neler yaptıklarını anlatıyorlar. Bahar girer girmez bahçe ve tarlalardan çıkmadıklarını söylüyorlar. Yağmurun yağmadığı zamanlar zorlandıklarını, hasat zamanı fazla yorulduklarını söylüyorlar. Evlerin hemen hemen aynı seneler içinde yapıldığını, yenilerinin ilave edilmediğini, yeni neslin hemen başka şehre göçtüğünü ve kendilerinin de bir başlarına kaldıklarını anlatıyorlar.

Latife olsun diye “Biz geldik” diyoruz. Kısa bir süre gülüşüyoruz. Muhabbet uzun sürüyor. Belli ki ihtiyaçları var sohbet etmeye, dertlerini dökmeye ve dertlerini dinleyecek birilerinin olmasına.

Ayrılmak için kalkıyoruz yerimizden. Daha otomobile ulaşmadan “Durun” diye bir ses geliyor. “Size bir şeyler vereceğim” diyor konuştuğumuz köylü. Gözden kayboluyor bahçe içinde. Ve 15-20 dakika sonra elinde bir torbaya doldurulmuş, fasulye, domates, salatalık, biber gibi sebzeleri bize uzatıyor.

Bize uzanan el nasırlı ve titrek.

Ben kalem tutan, kitap taşıyan elime bakıyorum. Utanıyorum. İçi bir hoş oluyor. Boğazıma düğümlenen şeyin izahını yapamıyorum. Ağlamak isteyip de ağlamadığım için kızıyorum kendime.

O nasırlı ve titrek elli köylünün nasıl bir iç zenginliği olduğunu anlıyorum.

Ey elleri nasırlı, vücudu zahmetten terlemiş gönül sahibi köylü! Sana bir özür borcumuz var ama bu özür bizi kurtarır mı?

Neden senin neslini sana benzetemedik okullarımızda? Gerçi nereden bileceksin sebebini. Sordum işte içimden kendi kendime.

Bir gün senin taşıdığın gönlü ve ruh halini taşıyan nesiller yetiştirirsek, bırak nükleer silahlar başkalarında kalsın. Patlatamazlar nasıl olsa. Şair Nabi’nin dediği gibi “mazlumun bir ah topu, en muhkem kaleleri bile yerle bir eder.”

Fazla söze hacet yok aslında. Bu hikâye burada bitmez.