Bugün, 26 Nisan 2024 Cuma

B.Rahmi ÖZEN


VUSLATTA DİLE GEREK YOKTUR KONUŞAN GÖNÜL DİLİ OLMALIDIR

VUSLATTA DİLE GEREK YOKTUR KONUŞAN GÖNÜL DİLİ OLMALIDIR


Ben, hep seni özledim oğul! Seni bekledim. Kuru pınarlara hep seni sorudum. Sen gittin; pınarlar akmaz oldu oğul! Ağaçlar kurudu, siz gidince. Sen, gidince kuraklık çoğaldı, kıtlık daha bir arttı oğul! Kuş ötmez, böcek uçmaz, çiçek açmaz oldu toprağımda. Hasretin, ölümcül hastalıklara düşürdü beni. Şimdi sen söyle oğul, sen anlat başına gelenleri!

Gel, oğul! Gel, canımın içi! Çok beklettin gel gayri! Tepeler; sesimle inliyor. Gel, ciğerimin başı oğul! Ellerim, kâh duada, kâh alnımda siper; göz göz yollarını gözlüyorum. Oğul hasretiyle yanıp tutuştu anan. Kıtlığın, kuraklığın ve yokluğun kavurucu sıcağında esmerleşen yağız çehremden bozkır toprağına gözyaşım damlıyor. Gözlerim, oğul hasretiyle nehir gibi akıyor. Yıllar geçti Yunus`um! Sen, gelmedin, haberini alamadım! Gel haydi, bekletme gözümün nuru! Anacığının yüreğine yaralar bırakıp gittin!

Ve nihayet, içinde yürek kavrulan iki hasret dağın, kavuşma anı. Uzunca bir bakışma oğulla anacığının... Birbirini süzüyorlar; harfsiz, hecesiz, kelimesiz konuşuyorlar. Ana şaşkın, oğul bitkin... O tutuk diller, ah, bir konuşabilseler… Lâl u ebkem…
Oğul, diyor, sarılıyor; ana. Bir avuç topaç oluyor, oğulla anacığı. Nefes nefese iki soluk zor alıyorlar, heyecandan. Göz göze iki can… Tütsü tüsü kendini kaybedişlik…

Balığın suya, tohumun toprağa kavuşması gibi... Çatlamış dudakların zemzeme kavuşması ve lakin içe içe doyamayışı zemzemi…
Oğul, gurbet elden yağmur yüklü bulutları getirmiştir sanki. Öylesine boşalıyor, şehla gözleri. Yıllarca yağmur yüzü görmemiş toprağına yetecek kadar bir akış... Kavuşmasına rağmen hâlâ gurbetlik çeken bir ana…

Sen misin Yunus`um, diyor. Doğrulup Yunus`una bir kez daha bakıyor; Gerçek mi, yoksa gözlerim yalan mı söylüyor? Yunus, susarak anlatıyor, her şeyi. Dilsiz daha iyi anlatıldığı için yapıyor, bunu. Dilsiz…
Sulucakarahöyük`ü, Taptuk Emre`yi, tekkeyi, dervişleri, gülşeni, Bağban`ı, Ana Bacıyı, Ceren Sultan`ı hep ırmak gibi akan gözleriyle anlatıyor, Yunus. Hünkâr Taptuk Emre; `Vuslatta dile gerek yok!` demişti de ondan susarak anlatıyor. `Konuşan gönül dili olmadır.` demişti, şeyhi.

Nice bir zaman sonra dili çözülüyor, oğul hasretiyle yanan ananın: Ben, hep seni özledim Yunus`um, diyor. Seni bekledim. Kuru pınarlara hep seni sordum. Sen, gittin; pınarlar akmaz oldu oğul! Kuşlara sorduk, börtü böceğe sorduk, söylemediler. Hasretin, ölümcül hastalıklara düşürdü beni. Şimdi sen söyle oğul, sen anlat başına gelenleri!

Taptuk Emre Hünkârımın dergâhına yüz sürdüm anacığım! Hünkârımız, izin verdi de geldim. İznim, seni görmek içindir. Yolum uzundur. `Tez elden dön, dedi yüreğimi aşka mayalayan şeyhim. Sana hacetimiz var, Yunus!` dedi. Hünkârımı bekletmeyi istemezsin, he mi anacığım? Taptuk Hünkârımın gönlünün kırılmasını istemezsin, he mi?

Ne buldun oğul, o dergâhta ki; anana, Sarıköy`e ve Sarıköy insanına yeğ tutarsın?
İnsanoğlunun eline sunulacak güller, karanfiller buldum, anam! İnsanoğlunu sevgi ocağında mutluluğa kavuşturacak misk ü amber kokular buldum, ciğerim anam! Pınarında sevgi çağlar, Hünkârımın.

Hoşgörünün merkezi bir gönül durağıdır, tekkesi. Yürek yürek sevgi balkır ocağından. Bal tadında sözü vardır; gönüller kazandıran…
Çilenin kazanında mutluluğun aşını pişiren Taptuk Emre`nin ipek yumuşaklığındaki sesi yansıyor, Yunus`un kulaklarına: `Sana hacetimiz var, Yunus can!`