Ogün, öğlene kadar, ara vermeden beş saat derse girmiş ve bir hayli yorulmuştu.
Sabah kahvaltı yapmasına rağmen epey acıkmıştı. Öğle arası ulunca açlığını gidereceğinden rahat bir nefes almıştı. Her zamanki gibi okulun yemekhanesinin yolunu tuttu. Burada uzun bir kuyruk vardı. Çünkü bir saatlik öğle arasında öğretmen- öğrenci herkes karınlarını doyurmak zorundaydı.
Öğrencilerle birlikte o da sıraya girdi. Yemekte ´´hünkar beğendi´´ vardı. Bu yemek, senede ya bir ya iki kez çıkardı. Hünkarın beğendiğini bir öğretmenin beğenmemesi olmazdı. Gerçi çoğu öğrenci alışkın olmadığından olsa gerek, hünkarın beğendiğini beğenmeyip çöpe atıyordu.
Yemek alma sırası kendisine gelmişti. Burada yemek, abone olmayanlar için, fiş karşılında alınıyordu. Tam yemeğini alacağı sırada cüzdanını yokladı fakat yemek fişi her zamanki yerinde yoktu. Muhtemelen bir başka elbisesinin cebinde kalmış olmalıydı. Bir an kuyruktan çıkmayı düşündü.
Vaz geçti. Yemek dağıtan bayana durumu izah edecek ve yarın iki fiş birden vereceğini söyleyecekti. Tam sıra kendine gelmişti ki fişle ilgili görevli ortadan kayboldu. Vicdanıyla baş başa kalmıştı. Gerçi, bir öğretmene kolay kolay kimse fiş sormazdı.
Herkes gibi yemeğini aldı. Kimse de bir şey sormadı. Hatta ´´afiyet olsun hocam ´´ diyenler bile oldu. Yemeğini yerken aklı hep o fişte kaldı. Bir nevi veresiye yemek yiyordu. Bundan da kimsenin haberi yoktu. Söylemese kim nerden bilecek, kim ne diyecekti.
Tek tesellisi yarın iki fiş birden verecek olmasıydı. Soran olursa durumu izah edecekti. Biraz dalgın ve düşünceli karnını doyurdu. Hünkarın beğendiğini o da beğendi ama fişi unutuşu bir türlü aklından çıkmadı.
Ertesi gün ne olduysa yemeğini okulda yiyemedi. Daha sonra araya cumartesi- pazar girdi. Yeni hafta başladı. Süre uzadı da uzadı. Yine aynı minval üzere hayat devam ediyordu. Bir öğle yemeğini daha yerken kafasına dank etti. Borcu olan fiş aklına geldi. Oysa kendi kendine söz vermişti. Ertesi gün borcunu ödeyecekti. Süre uzadıkça araya başka meşgaleler giriyor, borç unutuluyordu.
Her namazın sonunda ´´ ey ALLAHIM, bize helalinden kazanıp helalinden yemeği nasip et, boğazımızdan haram lokma geçirme´´ diye dua ederdi. Vaziyet, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu durumuna benziyordu.
Ortada bedeli ödenmemiş bir yemek vardı. Bedeli dört lira gibi kısmen ufak bir meblağdı ama neticede haram olma ihtimali vardı.
Aklına edebiyat kitaplarında bulunan Orhan Kemal´in ´´ Elli Kuruş´´ hikayesi geldi. O zamanlar elli kuruşa ancak iki gazete alınabiliyordu. Hikayenin kahramanı olan 12- 13 yaşlarında ancak olan çocuğun yazara elli kuruş borcu kalmıştır. Hasta olmuş, çalışamamış, dolayısıyla borcunu zamanında ödeyememiştir. Yazar bu ufak meblağı çoktan unutmuştur. Bir gün, daha ufak bir çocuk çıka gelir ve yazara ağabeyinin elli kuruşluk borcunu büyük bir gururla öder. Yazar, ağabeyini sorar.
Küçük çocuk,´´ ağabeyim hastalandı, iyileşemedi, sana borcunu ödememi söyledi ve öldü,´´ diye cevap verir.
Bu nasıl bir sadakattir ve alicenap bir anlayıştır. Böyle çocukları bırak, böyle insanlar kalmış mıdır? Yazar, bütün yazdıklarından vaz geçer ve bu fazilet timsali çocukların hikayesini yazmaya başlar.
Bütün bunları aklından geçirdi.
Ertesi gün yemeğini aldıktan sonra kimseye bir şey demeden kutuya iki fiş birden bıraktı. Artık bir kuş gibi hafif ve hür olduğunu hissetti. Dünyanın en huzurlu ve bahtiyar insanı kendisi oldu.
Her namazın sonunda ´´ey Allahım, her zaman helalinden kazanıp helalinden yemeği nasip et,´´ duasını daha içten ve samimim etmeye devam etti.