Gönül erleri; arı duru erlerdir. Şana, şöhrete, üne, mala mülke, mevki ve makama değil, insan yüreğine ve Hakk'ın cemaline âşıktırlar. Baktıkları her yerde Allah'tan apaçık eserler görürler. Nefislerinin zebunu değildirler. Toplum içinde en hakir kendini görür.
Yunus'tan bir öykü ile devam edelim.
Dupduru bir gökyüzü… Kusursuz, çatlaksız, deliksiz…
Sanki muştu almış gibi sevinçten titriyor arş. Kitabında; 'Göğü bina edene andolsun!' diyor Yaratan.
Ve gün… Gün, başka bir gündür.
Kristalize olmuş ince mavilik, yeryüzündeki tüm gönülleri güvene kesiyor.
Güneşin; gümüş renkli bulutların arasından altın bir sini büyüklüğünde görünen başı, ana yüreğinin sıcaklığıyla sükûn bulmuş yürekleri mayaladığı gündür.
İnce bir meltem, ağaç yapraklarının ibretengiz zikrini coşturmuş, dört bir yan Muhammed'in teri gibi çiçek kokusuyla mutluluk deminde...
Bağban, sabahın mahmurluğunda elindeki makasla tekkenin gülüşeninde gül budayıp gül aşılıyor. Gül yapraklarına yayılmış damla damla şebnemleri güneş ışınları henüz yeni içmiş. Gülün yüreğinde gezinmek için; gülşene yakın ve uzak yerlerden işçi arılar, kopup geliyor; harıl harıl güllerin yüreğini deşip kokluyor. Gül tozlarını bala çevirmek için dönenip duruyorlar. Kimi, Bağban'ın gül tozuna bulanmış ellerine konuyor. Konmasıyla vız diye kalkması zamanın en küçük zerresi…
Bal yapma rolü verilmiş, arılara. Bir taraftan Rahman'ın zikriyle mest, bir taraftan rollerini oynamakla mest… Gülşenin bıkmaz, yorulmaz, dur durak bilmez konukları...
Yunus, edeble gülşenin Bağban'ına yaklaşıyor:
'Şu mest eden güzellik, Rabbimizin bize özgü ne büyük ihsanıdır, değil mi?' diyor.
Bağban; kaşlarını çatıyor, içini sergileyen yüzünü ekşitiyor, yönünü başka yöne çeviriyor.
Yunus, hiçbir şey olmamış gibi Bağbana yeniden laf atıyor:
'Hayranım, gülşenin bu terütaze güzelliğine!'
Bağban, sağır gibi davranıyor, oralı olmuyor.
Bunları derken Yunus'un yüzüne uğur böceği gibi bir güzellik konuyor. İnsan sevgisiyle yanıp tutuşan kalbi, aşk ile tutuşmuş bir küçük serçenin yürek atışında kıpır kıpırdır... Çiçeğin rengine bakıyor; onu onca güzel renkle bezeyen Yaratan'ı görüyor. Suya bakıyor; ona hayat verdiren Yaratan'ı görüyor. Aya bakıyor, yıldıza bakıyor, toprağa bakıyor, yaprağa bakıyor; Yaratan'ı görüyor. Utancından yüreği paramparça oluyor. Taptuk Hünkârın sözleri vuruyor kulağının östakisine:
'Özünü seven, özü kadar büyüktür, diğerkâm olan, büyüklüğü kadar büyüktür, Yaratan'ı seven herkesten büyüktür.'
Güllere telaşla makas atan Bağban, kendisine hitap eden oduncu Yunus'u duymak istemiyor. Öfkeden çatlayan yüzü parsel persel; bin parçadır. Suskun dilinde sanki kocaman bir yumak var. İpini, küçük diline dolaşmış bir yumak… İçinde yalpalanan ve hiçbir gün çözülmeyen hoşnutsuzluğu yüzünde...
Bir bülbül ötüyor gülşenin öbür başında. Öte öte yaklaşıyor, Bağban ile Yunus'a. Öylesine ahenkle, öylesine başka bir besteyle sesleniyor gülşendeki güllere. Sanki o gece Yunus'un gönlüne doğan mısralardır bülbülün terennümleri. Öylesine hoş, öylesine mütevekkil, öylesine mistik... Ah, bir de kelime olup dökülse bal dudaklarından! Ruhunun en derin köşesinden kopup geliyor, hoş avazı. Mest eden sesi, gülşenin dört bir yanında çınlıyor. Her çileyişte; kulaklara derunî bir mutluluk yapışıyor. Dünyanın bütün hayvanatı ve insanı bu sesten nasip almak için kulak kesmiş. Öylesine duru, öylesine arı bir sessizliğe bürünmüş, tabiat.
Sükût hâkimdir gülşene ve sadece bülbülün avazıdır duyulan. O, çiledikçe gözlerinden yaşlar süzülüyor, Yunus'un:
'Bir damlacık yürekten, minicik bir gagadan bu kadar gür, bu kadar mestane bir ses nasıl çıkıyor, Rabbim!?' Diyor ve gülşenin toprağına şükür secdesinde bulunuyor. 'Bu, senin büyüklüğüne tanıktır, Rabbim!'
Bağbanın somurtkan yüzü, hiç hoş gelmiyor, güle ve bülbüle.
Hem bülbülün, hem Bağban'ın derdine ortak olmak istiyor, Yunus.