Önce minicik bir çekirdekti.
Sonra sevinçle güneşin tebessümlerini yudumladı.
Kalbinin tam orta yerine güneşin göz kırpmalarından damlacıklar sevdalandı.
Toprak kokusunu içine her çektiğinde dünyaya yeniden geleceğinin müjdesini duydu mor menekşeden.
Önce hayaller filiz verdi çekirdeğin kanatlarında. İnce damarlı yapraklar kendilerini göstermek için birbiriyle amansız bir yarış içine girdi. Utangaç bir genç kızın yanağındaki pembelerden bir tutam tozpembe damıtıldı bütün yapraklarına. Baharın bütün şifreleri o yapraklarda çizilen haritalarda gizliydi. Kendi kendine yetmedi yapraklar. Daha da büyümek, yayılmak, bulutların dünyasında kendine yer etmek istedi. Hâlbuki ne kadar büyürlerse o kadar erken solacaklarından ya da bulutlar yağmur olup yeryüzüne indiğinde yapayalnız kalacaklarından haberleri yoktu.
Artık baharın koynunda kıpkırmızı bir güldü. Yeşilliklerin ortasında Leyla'nın dudağından koparılmış ve kimi yakacağı asla belli olmayan bir ateş parçasıydı. Aşağılarda hayatta kalmaya çalışan kır çiçeklerini, menekşe, papatya ve daha birçok çiçeği hor görmeye başlamıştı nedense. 'Ne oldum delisi' olmuştu adeta. İçinde küçük bir çekirdek taşıdığını, yaprakları yokken gerçeğin sadece küçücük bir çekirdek olduğunu, baharın büyüsü ve kelebeklerin gözleri kör eden raksı, yazık ki çabuk unutturmuştu ona. Çevresinde serenat yaparak pervane olan kuşlar, duygularını yalnızca onlara kilitlemişti sanki.
Baharın yorgunluğunu, şırıl şırıl akan derelerin sesine yüklediği bir akşam vakti…
Yapraklarında ince ince uyuşmalar hissetti kırmızı gül. Yorulduğunu, dizlerinde derman kalmadığını düşündü. Kendi kendine, “O kadar hızlı yaşarsan tabi ki yorulursun.” diye hayıflandı. Birkaç esnemeden sonra derin bir uykuya daldı.
Sabah uyandığında yerde bir yaprak gördü. Kendi yaprağına ne kadar da benziyordu. Hiç erinmeden yapraklarını saydı, biri eksikti. Birden “Eyvah!” diye çığlık attı. “Bu benim yaprağım!”
Dallarına doğru acı bir sızı yayıldı. İçindeki korku ve endişe bu sızıyı daha da çekilmez hâle getirdi.
Yavaş yavaş gücünü yitiriyordu. Ertesi sabah çimenlerin üzerinde birkaç yaprak daha gördü. Evet, bunlar da onun yapraklarıydı. Bir de çimenlere baktı, o beğenmediği çimenlere. Onlar hâlâ yemyeşil duruyordu. “Keşke bu kadar büyümek istemeseydim!” dedi.
Birkaç gün sonra artık kırmızı gül, bütün yapraklarını kaybetti. Gözyaşları, kendine acıyarak bakan kır çiçeklerini ıslatıyordu. Şimdi yeniden çekirdek hâline gelmiş, aslına dönmüştü. Ama bir şeyin, değişimi yaşadıktan sonra aslına dönmesi, değişimi yaşamadan önceki aslı olabilir miydi? Kırmızı gül şimdi bunu düşünüyordu…
Güneşten yardım istedi. En büyük işbirlikçisi güneş değil miydi? “Güneş beni koruyabilir.” dedi. Ama güneşi göremedi. Etrafında sadece serseri rüzgârlar cirit atıyordu. Ona serenat yapan kuşlardan hiçbiri de görünmüyordu. Çünkü kuşları kendisine âşık eden yapraklarıydı. Hiç kimse onun kara kaşına, kara gözüne vurulmamıştı. “Evet, bulutlar…” dedi. “Az kalsın unutuyordum.” Gökyüzüne baktı. Hayret! Sadece uçsuz bucaksız kirli bir atlas görünüyordu. “Ama bembeyaz bulutlar vardı orada!” diye serzenişte bulundu. Bu serzenişinin kime olduğunu kendisi bile bilmiyordu. Yanı başındaki kır çiçeği artık dayanamadı, seslendi.
“Onlar bizi yaşatmak için kendilerini yok eder, bilmez misin?”
“Bilmiyordum.” dedi çaresizce. Ve boynunu büktü…
Ertesi gün, bahçıvan eline makasını alarak küçük kulübesinden çıktı. Kafasında, bahçesinin kompozisyonunu bozan gereksiz çalı çırpının planını çizdi önce. “Ayrık otları, âh bu ayrık otları! Ortalığı yine esir pazarına çevirmişler.” dedi. “Önce onlardan başlamalı işe.” diye ekledi.
Bahçedeki bütün çiçeklerin kokusundan derin bir nefes aldı. Bu nefesi her aldığında bir yaş daha gençleştiğini hissederdi. Çiçeklere öyle vurgundu ki. Onlara zarar gelmesin diye koklarken bile dokunmaya kıyamıyordu.
Kırmızı gül-artık gül denir mi bilinmez- meraklı, endişeli ve korkulu gözlerle onu izliyordu. Acaba kendisini fark eder miydi? Bunun da işi bitmiş diye ya kesip atarsa!
Bahçıvan kurumuş dalları, solmuş çiçekleri kesmeye başladı. Solmuş çiçekleri keserken bile onlara acımasız davranmıyor, büyük bir saygıyla yanında getirdiği arabaya koyuyordu.
Neden sonra. “Hımmm… Bunu da kesmek gerek, işi bitmiş!” dedi.
Bizimki bu sözün kendisi için söylendiğine inanmak istemedi önce. Ama tehlike geliyorum dememiş, gelmişti işte.
Bağırmak istedi. “Benim daha işim bitmedi!” diye haykırmak geldi içinden. Ama yapamadı. Onu kimse duymuyordu. Çünkü artık kanatlarındaki gizemli haritanın şifresi çözülmüş, sır deşifre olmuştu. O anda olacakları birçok kez yaşamış olan diğer otlar, bir idam mahkûmunun infazını seyreder gibi acıyarak bakıyordu ona.
Kırmızı gül kime gül/dü?
Kırmızı gül ne kadar gül/dü?
Belki de fazlaca gül/dü.
Aslında sadece kendine gül/dü.
Ama bunu hiç bilmedi…