“Evvel zamanda anne babalar ve tabii dedeler ile nineler, mektebe gitmek üzere evden çıkan çocuklarını “Allah zihin açıklığı versin” duasıyla uğurlardı. O zamanlar çocukları mektebe göndermekten murad, şimdiki gibi sınavlarda sorulması muhtemel bilgi yığınlarının çocukların kafasına tıkıştırılmasından ibaret değilmiş demek ki! Öyle olması gerekiyor çünkü zihin bilmeyi değil anlamayı, kavramayı, yeni deyişle algılamayı ifade eden bir kavram... Dolayısıyla eskilerin zihin açıklığı dedikleri şeyin de, şimdilerde 'birikim' ya da 'donanım' gibi daha ziyade nicelik çağrışımlı kelimelerle ifade edilmeye çalışılan 'şey'den çok daha fazla bir şey olması gerekiyor. Bizler çocuklarımızı önlerine konan soruya dört ya da beş cevap şıkkı arasından doğru olanı bulmasına yetecek, bununla yetinecek kadar bir değerlendirme kabiliyetiyle yetiştirmeyi hedefliyoruz. Bunu kâfi görüyoruz demiyorum, bunu hedefliyoruz diyorum. Yani ne bizim kafamızda, ne çocuklarımıza sunduğumuz eğitim sistematiğinde bir 'zihin açıklığı' ihtiyacı ve arayışı yok. Gerekmeyince bu yönde bir ihtimal de ne yazık ki olmuyor, oluşmuyor.
Oysa hem hayatın içindeki insanın hem insanın içindeki hayatın bir zihin açıklığına çok fazla ihtiyacı var. Bu zihin açıklığından yoksun insanlar oluşumuzun hem bizzat kendimize, hem çocuklarımıza, hem de içinde debelenip durduğumuz hayata neler yaptığını, bu asrın herhangi bir anında dünyanın herhangi bir köşesinden çekilmiş her bir fotoğrafta apaçık görmemiz mümkün. Sığlaşmanın kendi kültürünü ürettiği, endüstrisini kurduğu ve araçlarıyla yeryüzü vasatını ele geçirdiği, anlamayı hâlâ bir parça önemseyen insanları azınlıkta yaşamaya mahkum ederek kendi sınır tanımaz ve genel geçer kitlelerini, topluluklarını ürettiği bu yeni dünya, üzerine kar düşen dağlar kadar aşikâr ki, zihin açıklığından nasibi olmayan bir dünya!
Peki ne yapacağız? Bizler de çocuklarımızı sabahları apar topar servislere yetiştirmeye çalışırken araya bir “Allah zihin açıklığı versin.” duası sıkıştırsak mesele çözüme kavuşur mu? Kavuşurdu belki; eğer niyaz ettiğimiz o zihin açıklığından, eskilerin nesiller boyunca hiç şaşmadan isabetle anladıkları 'şey'i hiç adını koymadan bizler de anlayabilseydik! Ama anlayamıyoruz, anlayamayız. Çünkü, bizler o idrake açıklığın zihinlerimizden parça parça kayıp düşmesine seyirci kaldık ya da zaten öyle bir açık zihne hiç sahip olamadık!
Şimdilerde hayatın temeli olan hakikati bile bir kuru bilgiler ve köşeli kaideler bütünü olarak dayatıyor birileri zihinlerimize. Her yaratılışta farklı zenginler mayalayan derinliklerine, her kalpte başka bir renk ve zenginlikle var olan anlam katmanlarına gözlerini kapatan bir zihin, hakikate sonuna kadar açık olabilir mi?
Hakikati anlatan kelam insanlara bir insan (sav) vasıtasıyla indirildi. Yani bir insanla hakikate bir hayat giydirildi. O hakikatin ilahi derinlikleri, sonsuz zenginlikteki anlam katmanları insan idrakinde karşılıklar bulsun diye vahyin vazettiği hayat kutlu bir topluluk tarafından bütün renkleri ve güzellikleriyle yaşandı, yaşatıldı. Hakikati, bir kurallar ve yükümlülükler bütünü olarak yaşamak yeterli olsaydı, yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmiş ve günahlardan korunmuş bir Peygamber'in (sav) gecelerin en tenha vakitlerinde gözleri yaşlı bir halde saatlerce secdeye kapanması gerekmezdi. Kuralsa, O kurallara bihakkın uymuştu. Yükümlülükse eğer, yükümlülüklerini kâmilen yerine getirmişti. Bütün bunlar değildi O'nun kalbinde çağıldayan, başka bir şeydi. Korkusu değildi geceleri uykusunu bölen, kalbine sığdıramadığı muhabbetiydi. Ve o muhabbet, zihnini hakikate açık tutana Allah'ın paha biçilemez bir hediyesiydi.”
(Gökhan Özcan Yeni Şafak, 10 Kasım 2016)