Bugün, 19 Mayıs 2024 Pazar

Zeki ORDU


GÖNÜL ESNAFLIĞI

GÖNÜL ESNAFLIĞI


Bazı şeylerin para karşılığı değeri yoktur. Belki izahı çok zor olan bir cümle ama aynı zamanda neleri kaybettiğimizin de hazin bir ifadesi.

Günümüzdeki alışveriş mekânları açılmadan önce, esnaflar tek bir kalem malla ticaret yaparlarmış. Ancak bakkal, hırdavatçı, nalburiye ve buna benzer iş yerlerinde birbirinden alakasız ticaret malları olurmuş.

Her esnaf kendi mesleği ilgili işlerle iştigal edermiş.

Özellikle şehirlerde bazı kişiler, yaptıkları işlerle tanınır, bilinirmiş. Berber Nuri, Boyacı Sami, Kasap Hilmi Çiçekçi Gülizar gibi… İsimlerinin önüne yaptıkları hangi iş ise o şekilde biliniyormuş.

Bu esnaflar yalnızca mal satmazlardı. Bulundukları yerdeki diğer insanlarla gönül köprüsü kurarlardı. Onların yanına sadece alış veriş için gidilmez, bazen ziyaret ve sohbet için de gidilirdi.  Belki çoğu ilim sahibi değildi ama irfan sahibiydi.

Bazı esnaflar yanlarında çırak çalıştırırlardı. Çırak çalıştıran esnaflar,  işlerini diğerlerine nazaran biraz daha ileri götürmüş kişilerdi. Gelirlerini; bütün ömürlerini göz önüne alarak ayarlarlardı. Yani kısa yoldan zengin olma peşinde değillerdi. Ne zaman elden ayaktan düşerse yanlarında üç beş kuruşu olur; hayatının geri kalan kısmını da onlarla idame ettirirlerdi.

Günün, sabah namazının bittiği andan itibaren başladığı zamanlarda; evlerinden işlerine gitmek için sokak ve caddelerde yürüyen esnaflar besmele ile işyerlerinin kapılarını açar, gelecek müşteriyi beklerlerdi. Daha önce gelenler ile selamlaşılır; kısa bir hasbihalin ardından birbirlerine dua edip,  iyi temennilerde bulunurlardı.

Bazen hasırdan yapılmış tabureleri dükkânlarının önüne koyarlar, bir tanıdığının oradan geçmesini beklerlerdi. Daha çok, yaşlılar sokaktan geçecek olan akranlarının yolunu gözler, bir iş için geçen olursa onunla beraber çay içerek sohbet ederlerdi.

Yoldan geçen ve müşteri olmayan kişiler de gördüklerine selam verir, bol kazançlar dilerdi. O sokaklarda görünmeyen bir huzur vardı.

Bir ihtiyacı olan sandalyeyi dükkânının önüne koyar, kapıyı sadece çekerek bir yere öyle giderdi. Kapıyı anahtarla kapatmak adetten değildi. Zaten neyi kimden koruyacaklardı? Herkes diğerinin malının da güvenliğinden, kendini vicdani olarak sorumlu tutarlardı.

Yağmurlu ve soğuk havalarda dışarıda hazırlanmış bir mangal, içindeki kömür ve diğer yanan maddeler kor haline gelince içeri alınır; bir müşteriden çok bir dost beklenirdi. Müşterilere kolaylık sağlanır, gelecek bir dostla işyeri içindeki camekânlı ayrı bir bölmede sıcak demli çaylara sohbet katık edilirdi.

Asude zamanlardı…

Bu yazılanlar belki yarım asır öncesine ait durumlardı. İki binli senelerde ne uygulanabilir, ne de bu yazılanlara kimseyi inandırabiliriz. Kimi bir masal, kimi de bir hayal olarak addedebilir.

Meşhur bir söz vardır “Hayali cihan değer” diye. Biz de bizden önce yaşanmış bu vaziyete şahit olanlardan dinlediklerimizi yazdık.

Büyükler, “Masal sanana masal gibidir, anlaya çok şey ifade eder” buyurmuşlar.

Siz ne sayarsınız odur…