Başlıktaki yabancı kelimeyi 'kafe' diye okuyorlar ama ben iş yerinin tabelâsında yazılan haliyle kullanmayı uygun buldum. Burası, İlkadım Belediyesi'nin bir sosyal tesisi.
Ramazanın diğer zamanlardan farklı iki yönü vardır: İftar ve sahur.
Oruç tutanların iftarı kaçırması, hele de terk etmesi düşünülemez. Bunu tarih yazmamıştır! Ancak sahuru terk edenler oluyor. Özellikle kısa yaz gecelerinde sahura kalkmadan gece yemeğini yiyip yatanların oranı % 50'yi bulabilir.
Bana gelince; düzenli oruç tutmaya başladığım Ocak 1965'den bu yana yaz olsun, kış olsun sahuru terk etmedim. Altı sene yatılı okuduğum için bu sürede sahuru terk etmemiz söz konusu olamazdı. Çünkü öğretmenler bizi sahura kaldırıyordu.
İftar önce ailede başlar. Akşam ezanı yaklaşınca aile bireyleri, büyük küçük herkes sofranın başındaki yerini alır. Selim Bey, “Günümüzde artık yer sofrası kalmadı; yemeklerimizi masalarda yiyoruz” demiş. Madem yemek artık masalarda yeniliyor, ben üzerinde yemek yenen masayı da sofra sayıyorum.
Sonra komşular birbirlerini iftara davet ederler. Komşular arasında dostluk ve samimiyet gelişir. Kurumlar iftar daveti verir. Kendi bütçelerinden veya hayırseverlerin katkılarıyla ihtiyaç sahipleri için iftar verirler. Belediyeler; durumu iyi olmayan veya iftar saatinde evine yetişemeyecek olanlar için iftar çadırları kurarlar.
Ramazanın 17 gününü Samsun'da geçirdim. Eğitimci Yazar arkadaşımız Selim Eroğlu beni Kalkanca'da bir iftara davet etti. Ben Duruşehir'de kalıyordum. Samsun'u bilenler iki yer arasındaki mesafenin uzaklığını da bileceklerdir. Biraz da o günlerde hava soğuk olduğu için icabet edemedim.
Selim Bey, beni bir de Ihlamur Kafe'deki iftara davet etti. İlk iftar yeri ile uzaklık hemen hemen aynıydı. Ancak “Uzak da olsa, hava soğuk da olsa bu davete katılmalıyım” dedim.
Ihlamur Kafe'ye beni kızlarım götürdü. İftar mahalline vardığımda gördüm ki kurumun adı “Ihlamur Cafe” imiş. İsim levhasında öyle yazıyordu. “Olsun, maksat aynı” dedim ve beklemeye başladım. Geldiğimde iftara daha hayli vakit vardı. Selim Bey de henüz gelmemişti. Nihayet yanında emekli emniyet mensubu Mehmet Azak ve Azak'ın oğlu olduğu halde geldiler.
Selim Bey, İlkadım Belediye Başkanı'nın davetlisi imiş. Bir karşılaşma sırasında Başkan, “Öğrencilerinden ve arkadaşlarından yirmi kişiyi al gel; davetlimsiniz” demiş.
Bize, büyük salonda merdivenlerin karşısına gelen masalar ayrılmıştı. Sol tarafta da Samsun Futbol Antrenörleri Derneği'nin üyeleri vardı. Onlar da Başkan'ın davetlisiymiş. Birkaç isim vermek gerekirse; Ercüment Coşkundere, Temel Keskindemir, Hakkı Tomaç ve Hasan Şengün (Dobi Hasan) iftara katılanlar arasındaydı.
Salonun sağ tarafında iftarı ev dışında yapmayı tercih eden aileler vardı. Fiyatı sordum, “Kişi başı 580 TL” dediler.
Selim Bey'in öğrencileri de yavaş yavaş yerlerini alıyordu. Son gelen kızlardan biri montunu çıkarınca, kollarının omuzdan itibaren açık olduğu görüldü. Bir anlık şaşkınlık yaşadım. İçimden, “Acaba bu genç kız, nereye geldiğinin farkında mı?” diye sormaktan kendimi alamadım.
Öğrenci velilerinden Samsun Elektrik- Elektronikçiler Odası Başkanı Murat Yılmaz ve ailesi de masamızdaydı. İftardan sonra kısa da olsa sohbet etme imkânı bulduk.
Teravih namazı için Selim Bey bizi Teleferik Camisi'ne götürdü. Farklı mimari tarzı ile cami kendini belli ediyordu. En çok da çevresinin geniş ve ferah oluşu dikkatimi çekti. Cami, yüksek apartmanlar arasında boğulup kalmamış. En yakın bina 40-50 metre mesafede. Caminin arsasını bağışlayandan Allah razı olsun.
İlin uzak köylerinde ve mahrumiyet bölgelerinde görev yapan imamları düşününce, “Acaba bu caminin imamı, burada görev yapmanın nasıl bir nimet olduğunun farkında mı?” demekten kendimi alamadım. Sonra da, “Böyle bir camiye, sesi daha güzel bir imam atanmalıydı” fikrinde birleştik.
Namazdan sonra, Mehmet Azak da olduğu halde Selim Bey arabasıyla beni Duruşehir'e getirme nezaketinde bulundu. İyi de oldu. Çünkü yol boyu pek çok konuda sohbet etme imkânı bulduk. Hem beni 'eve teslim' getirdiği için hem de daveti için kendisine teşekkür ediyorum.