Güneş, tepemizde olmasına rağmen karanlığa mı tutsak olduk?
Bayağılıklara mı teslim ettik, erdemi?
Vareden'in taht kurduğu kutlu yürekleri, egonun, tamahın ve hırsın prangalarına mı bıraktık!?
Kutlu değerlere mayalayıp yüreklerimizi, aşamadık bir türlü önümüze konulan şaşı engelleri.
Mutluluk, erdemin yüreğinde büyümeliydi.
Bir gün, bilgeyim diyenler, bilgisizliklerinin ayırtına varırlarsa; zenginler, yoksulluklarını bilirlerse işte o gün geri dönecektir beklediğimiz erdem.
Ve geri gelecektir erdemin yüreğinde büyüyen toplumsal mutluluk...
Ve mutluluğu arayanlar, dağların yüceliklerine çıkmaya gerek duymayacaklardır o zaman.
Güneş, sabahları nasıl dağların ardına ağıp karanlık dünyaları aydınlatmaya yekiniyorsa; insan da üstlendiği kutlu emanetle; yaratılışındaki sırrın derinliklerine inmeli ilk önce.
Ateşte kaynayan ak süt gibi taşmaya hazır olursa insan, dört bir yanı aklar o zaman.
Ak tenli, ak kanatlı, ak yüzlü, ak duygulu bir melek iner yeryüzüne o zaman.
Ve döner yeryüzü cennet güzelliğine.
Dağlara kaçmaya gerek kalmaz gayri; geri gelirse erdem.
Geri gelirse aşk, geri gelirse insanın taşıdığı onur, o zaman geri gelir insanlığın özlediği toplumsal mutluluk...
Denize akan kirli bir ırmak örneği akmamalı insan. Bozulmadan kalması için ak süt örneği, ocakta kaynaya kaynaya kabarıp taşmalı dört bir yanı aklamak için.
İşte o zaman yücelir insan, o zaman yücelir hoşgörü.
O zaman yücelir aşk ve onur.
Ve o zaman; insanın boyu, dağlar kadar olur. Mevlânâ örneği, tüm ömrünü;
‘Hamdım, yandım, piştim,'
Sözcüklerine sığdırır. Fazla söze gerek olmayacağının farkında olur, o zaman.
Mutluluğumuzun bize en iğreti geldiği an, aklımıza yenik düşüp içimizdeki kirli duyguların hortladığı andır.
Yani hamlığımızdır, yani çiğlimizdir.
Yani onursuzluğumuz, aşksız ve meşksiz kalışımızdır.
Bilgi ve erdem yerine, sırtlanların yiyeceğine özlem duyuyorsa insanın iştahı, hamlığın tutsağı olmuş demektir.
Doğrular, avuçladığımızda taşıdığımız ateş ve kömür gibidir. Elde taşınmaları zordur. Bir gün, elde taşımak zorunluluğunda kalıp da avuçlayamazsa insan bu kor ateşi, öz benliğini nasıl pişirecek ki? Pişmeyince insan; hamlıktan nasıl kurtulacak ki?
Doğruları, ateş diye alamıyorsak avuçlarımıza, demektir ki; iğretiler ve bayağılık haykırıyordur ayyuka...
Şimdi, avuçlayamadığımız kor ateş, bir gün; diliyle yalayan şimşek gibi ağacaktır, üstümüze.
Şimdiden sakınmalıdır kişi, o ateşin şiddetinden.
Sakınıp doğruları avuçlamalıdır; erdemin doruğunda bayraklaşmak için insanın onuru.
İnsanoğlu, hedefine ulaşması için köprü diye yağlı bir ip gerilmiş önüne. Yürümek için ipin üstünde; kimi cambazlığı deniyor ve insan olmayı deniyor kimi.
Şimşeğin, bir gün insanın üstüne ağacağını muştulayanlara teslim olursa insan, yüceltir benliğini ve kurtarır ateşten; ellerini. O zaman, kor ateş, yemyeşil bir cihan kesilir avuçlarının içinde. Dallarında kuş sesleri, altlarında hayat sunan ırmaklar, gölgelikler altında koltuklar, çardaklar ve gönüllerin arzu duyduğu her şey serilir önüne.
İşte o insan, geçici sermayeler için onurunu iğretiye yeğ tutmayandır. Aşk ve meşk adamıdır. Erdem eridir. Onu görünce; hamlık, kuytulara sığınır korkusundan. O, verince en sevdiklerinden verir. Yoksul gördüğü, kimsesiz gördüğü, elsiz, ayaksız gördüğü insanlarla paylaşır hayatı.
'Nerede o nurdan atlara binip de göklere ağan adamlar?' diyor Süreyya. Ah karıcığım ah! Öz benliğinle sen varsın ya karşımda. Sen, niye olmayasın bu erdem yüklü kişilerden biri.
Yücelmenin önündeki takozdur cimrilik, Süreyya! Erdemliliğin yollarını tıkar o. Ve ağır bir yüktür. Kurşundan bir tasma gibidir; boyunlarda asılı. Ben, nasıl taşırım sonunda ödülü olmayan bu ağır yükü; Süreyya!?
Ah, Süreyya, ah karıcığım, çıkar o ağırlığı boynundan! Hafiflesin yükün. Kuş tüyü gibi olsun yüreğin. Ne olur, karıcığım, kır o boynundaki ağır tasmayı. Kavuştur öz benliğini ödüle ve özgürlüğe. Yorulmadın mı hâlâ? Taşıdığın ağırlığın iğretiliğini bir bilsen, taşır mısın o çekilmez yükü boynunda? Ve bilsen eğer, cömertliğin karşılığında sana sunulacak yüce değerlerin, seni çıkaracağı makamın, makamların en yücesi olduğunu.
Denenmek için verilmedi mi, bize verilenler? Ve denenmek için verilmedi mi gariplere, kimsesizlere, yoksulara verilmeyenler? Sınavı kazanıp kaybedeceğinin ölçüsü değil mi sana muhtaç kılınanlar, Süreyya!? O halde? O halde, karıcığım?