Diğer hazırlıklar tamamlandı, sıra fasulyeyi pişirmeye gelmişti. Fasulyeyi nasıl bir su ile ıslattığımı şimdi hatırlamıyorum. Koyduk piknik tüpüne pişmeye başladı. Aradan epey zaman geçti fasulye pişmek bilmiyor. Tekrar kontrol ettim yok, pişmeye yakın bir hali yok. Yavaştan acıkmaya da başladık. Arkadaşlarda takılıyorlar “Ne ki bu pişmek bilmiyor. Kuzu bile bu kadar geç pişmez” deyip gülüştük. Aksilik bu ya tüp bitmez mi. En yakın köyde çalışan Adem Hoca gidip kendi evindeki tüpü getirdi. Tekrar tencere kaynamaya başladı.
Herkes acıkmış, merakla mutfağa üşüştüler. O kadar zaman ocakta kalan yemek bir türlü pişmek bilmiyordu. O kadar zaman taşı koysan tencereye pişmese bile utancından çatlar patlardı. Ama bizim kuru fasulyenin pişmeye hiç niyeti yoktu. Ya fasulyeyi ıslama şeklinden ya da fasulyenin cinsinden olsa gerek inadı tuttu pişmek bilmedi. Artık fasulyenin bizim beklediğimiz şekilde pişmeyeceğini anlamıştık. Piştiği yeter artık daha fazla pişeceği yok diyerek sofrayı kurma hazırlıklarına başladık.
Öyle acıkmıştık ki daha fazla bekleyecek halimiz kalmamıştı. Öyle muhabbetle o günkü yemeğimizi oturup yedik ki hakikaten hatırlanmaya ve hatıraların arasına katmaya değerdi. Tam pişmemiş olsa da kaynamaktan tuz yükü olmuş bu yemeği çok acıktığımızdan dolayı yemeden yapmadık. O günkü kuru fasulye maceramız birlikte bulunduğumuz sürece sürekli konuşuldu durdu. Bir araya geldiğimizde konuşacağımız hoş bir anı olarak kaldı.
Burada bir aradayken ne yediğimizin önemi yoktu. Yapacak pek fazla etkinlik şansımız olmadığı için biz de bir arada olarak boş zamanlarımızı değerlendiriyorduk. O günün şartlarını düşündüğümüzde hakikaten bir arada olmaya çalışmaktan başka şansımız da yoktu. Maaş izin günlerinde bir araçla gidip dönüyorduk. Herkeste hakim olan anlayış varlığımızla birbirimizin olabilecek sıkıntımıza çare olmaktı.
Küçük veya büyük herhangi bir sıkıntısı olan hemen çıkıp gelirdi. Oturup dertleşir çözüm üretmeye çalışırdık. O zamanlar için bu çok önemliydi. Çünkü her birimiz memleketlerimizden kilometrelerce uzaktaydık. Yakınlarımızla iletişimi ancak mektupla sağlayabiliyorduk. Hal böyle olunca orada çalışan öğretmenlerin birbirinin yakını olma sorumluluğunu yüksünmeden üstleniyordu. Bu durum bize o çevreye daha faydalı olabilme enerjisi kazanmamızı sağlıyordu. Bunu hepimiz açık seçik hissedebiliyorduk. Her birimizin düşüncesi bulunduğumuz süreyi tamamlayıp ayrılmak değil, orada bulunduğumuz sürece işimizi iyi yapmaya çalışmaktı. Okulda bir öğretmenin bulunarak okulun açık kalmasının yeterli görüldüğü bir dönemde müfredatın uygulanarak eğitim öğretinin yürütülmesi için gereken her şey yapılıyordu. Genç ve dinamik arkadaşlarımda bu hassasiyeti gördüğüm için ben de çok mutlu oluyordum.
Öğretmenlerin birlikteliği her yerde kendini gösteriyordu. Sadece olumlu işlerde mi. Olumsuz iş yaptığımız zamanda olduğunu itiraf etmek lazım. Akılda kalan sanırım karne tatili öncesi maceramızı hepimiz hatırlarız. Fikir kimden çıktı bilmiyorum ama içimizden aktarmalı yolculuğu ben ve yolda en fazla zaman kaybeden ben olacaktım. Muhtemelen böyle bir fikir benden çıkmış olabilir.
DEVAMI HAFTAYA