Zeki ORDU

Tarih: 08.05.2023 08:28

ABAT ŞEHİR BOYABAT (II) Seyahat günlükleri VII

Facebook Twitter Linked-in

 Kısa sürede çok yer geziyoruz. Mustafa Yılmaz öğretmen verdiği bilgiler ile şehri biraz daha tanımamıza yardımcı oluyor. İkimiz de biliyoruz ki az zaman sonra hem birbirimizden ayrılacağız; hem de ben şehirden…
Şehirden giderken çok şey ardımda, çektiğim fotoğraflar da hatıra kalacaktı. Orada daha çok vakit geçirmek istememe rağmen vaktin sınırlı, gezilecek veya görülecek yerlerin çok olması sebebiyle ayrılık kaçınılmaz olmuştu. İşte tam bu esnada Mustafa Yılmaz Bey bana “Yemek yiyelim öyle git” diye bir teklifte bulundu. Ben bu durumun çok vakit alacağını düşünerek “Bildiğiniz yakın bir yerde çay ocağı varsa birer çay içip ayrılalım” dedim.  Böylece vakti daha ekonomik kullanmak istedim
Yemek esnasında sohbetin uzama ihtimali her zaman fazladır. Çay ise kültürümüzde yer eden en mühim alışkanlıklardan biridir. Kısaca çay, her yanıyla özel bir içecektir. Bir de Karadenizli iseniz izaha lüzum yok. Ne demiş şair “Gülü tarife ne hacet, ne çiçektir biliriz…”
Sonra küçük bir arastada bulunan mütevazı bir çay ocağının önüne oturduk. Hava üşütecek kadar soğuk değildi. Zaten üzerimizde mevsime uygun kıyafetler vardı. Masaya oturur oturmaz çayımızı söyledik. İkimiz de biliyorduk ki bardağın son yudumu, ayrılığın ilk alameti olacaktı.
Daha masaya çaylar konur konmaz, küçük bir market sahibi (eskiden bakkal denirdi) önümüze kabuklu fıstık koydu. Belli ki misafir olduğumu anladı. Çok alışık olmadığım bu durum karşısında hayranlığımı gizleyemiyordum. Demek gönül sahibi olmak böyle bir şey diye geçiriyordum içimden. 
Önümüzde fıstıklar ve dumanı tüten çay bardakları bizim sohbetimizin “dilsiz” şahitleri olacaktı. Bu esnada yanımıza bir kişi yaklaştı. Hani bazı vatandaşların “deli” veya daha kibar haliyle “meczup” diye hafife aldığı kişilerden biriydi. Yanımıza epeyce yaklaşıp “Bir tane fıstık alabilir miyim?” dedi.
Bir anlık sükûnet ve şaşkınlığın ardından “Tabii alabilirsiniz. İstediğiniz kadar alınız” dedik. Gelen kişi “Bir tane yeter” dedi ve “bir” adet fıstığı aldı.
Ben, ne olduğunu anlamıyorum bile. Meczup duruşlu bu şahıs bizim “normal” veya “akıllı” dediğimiz kişilerden daha tutarlı bir hareket sergiliyordu. Sadece istediği olan “bir adet” fıstığı alarak yanımızdan ayrıldı.
Olanlar karşısında bir hayli şaşkın vaziyette içimden “İyi ki Mustafa öğretmene rastlamışım” diyordum. Yoksa bütün bunları yaşamadan belki maddeten değil ama ruhen “abat” şehri tanıyamayacaktım. Necip Fazıl Kısakürek'in “Canım İstanbul” adlı şiirinde “Güleni şöyle dursun ağlayanı bahtiyar” dediği gibi; akıllısı bir yana meczubu da gönül sahibi bir şehirdi Boyabat.
Çaylarımız bitiyor. Gelen fıstıklardan bir kısmı masa kalıyor. O, bir tane fıstık ile kifayet eden meczup, ikinci defa istemiyor. Kimin akıllı, kimin değil olduğunu anlayamıyoruz. Kendime bu şehir için biçtiğim süre doluyor. Mustafa Yılmaz ile otomobilin park edildiği yere kadar sohbet eşliğinde yürüyoruz. Birbirimizle tekrar buluşma temennisi ile ayrılıyoruz. 
Boyabat…
Dilsiz konuştuğumuz, sessiz anlaştığımız şehir. Bilmiyorum bir daha yolum düşer mi? Ancak yine kavuşmak hayaliyle bir sonraki mekâna hareket zamanı yaklaşıyor. 
Artık hedefte Hanönü ilçesi var. Yani Kastamonu iline Hanönü'nden gireceğiz. Gezilmesi, görülmesi gereken o kadar yer var ki. Sanki o ilçeler bizi bekliyor gibi hissediyoruz.
Boyabat mı?
Ahmet Haşim'in; “Bize bir zevk-i tahattur kaldı /Şu sönen, gölgelenen dünyada” mısraları geçiyor hafızamızdan. 
Boyabat gölgeli değil de ışıklı bir haliyle kalacak hafızamızda.
 

 

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —